Hikmet Temel Akarsu
  HİKMET TEMEL AKARSU'DAN
 


Önce Melekler Düşer...(*)

 

 

Hikmet Temel Akarsu

İstanbul, 30 Ağustos 2006

 

Nightwish-Angels Fall First(*)

 

Kaybedilmiş kadınların sanal mezarlığından bir adam geliyor. Çıldırmış Beyoğlu gecelerinde kederden helak olmuş bir halde kendine tutunacak bir yer bakıyor. Bir yudum içki içip sakinleşecek bir mekan arıyor. Ama nasıl söylemeli yani; şu yıkık saçak altlarına tabure dizilerek süfli bir ruh hali ile bira yudumlanan derme-çatma mekanlardan biri olamaz aradığı yer... Nevizade’nin absürd kalabalıklarında üniversiteli yeni yetmelerin trendleştirdiği batakçı meyhanelerinin yanı yöresindeki zıpçıktı birahaneler de olamaz... Nasıl söylemeli; Asmalımescit’in entelektüel akınına uğramış kazık meyhanelerinden ya da bira içilen snob “kaffe”lerinden de sözetmek mümkün değil... Özenti tıfılların işlettiği rock barlar hiç ama hiç olmaz... Önlerine göbekli ve traşsız erkeklerin kurulup mütecavizce kadınlara göz süzdüğü kebabçılar da söz konusu olamaz... Hala Tanzimat ezikliklerini yaşayan ve yaşatan Frankofon kafeleri ve barları da hiç olmaz.

 

Ne kaldı geriye?

 

Muhallebicilerin “asil”(!) muhafazakarlıklarla devran kollaştırdığı, ahlak bekçiliği yaptığı o aydınlık ve tuhaf salonlarına kola şişesinde içki sokup çıkıntılık yapacak yaş da çok ama çok gerilerde kalmış...

 

Peki ya dışarılar?... Parklar tinerci kuşatmasında. Arka sokaklarda uyuşturucu tezgahları kurulmuş; yabancı istenmiyor. Yanlışlıkla yakınlarından geçilse pis pis bakıyorlar. Travesti barlarının çevresini sarmış varoş gençliği, elleri sustalılarında, hadise çıkarmak için fırsat kolluyor. Kapkaççılar, işportacılar, dilenciler paylaşmış kaldırımları. Ne yapmalı, nerelere gitmeli? İçki içerken, ruhu serinleten, dinginleştiren, saygın dekorlar arasında dağılmanın yolu ne?  Yüksek tavanların işlemeli kortonpiyerleri ve tarihi avizeleri altında soylu bir düşüş, hüzünlü bir anılar gecesi, kaybedilmiş kadınlara gözyaşı dökülerek alınan bir veda içkisi ya da melankolik bir yutkunuş yaşamak mümkün mü acaba hala bu kentte?

 

Hayır! Mümkün değil! Aleladeliğin hazin çağı yine; hep olduğu gibi; hiç bitmeyecekmiş gibi önümüz sıra sürüp gidiyor! Sonu asla gözükmüyor. Tünelin derinliklerindeyiz ve ışık hala bir efsane kadar uzaklarda. Adımımı atıyorum eklektik üslupla yapılmış 19. Yüzyıl Levanten mimarisi özellikleri taşıyan dört katlı binaya. Ambiansı yüksek bir bara dönüşmüş hoş bir tarihi bina.  Burası beni yatıştırabilir bu gece belki diyorum kendi kendime. Her ne kadar ihtişam ve klasik mimari, mefruşat dolayısıyla, tuhaf bir arabeskle vaftiz edilmiş gibi gözükse de yine de burada yatışabilirim diye düşünüyorum... Atıyorum adımlarımı görkemli ikinci sınıf tarihi esere doğru. Kapıda televizyon dizilerindeki karanlık adamları hatırlatan, briyantinle saçlarını sulamış, mafyoza bozuntusu, siyah takım elbiseli ayak takımı ile yüzyüze geliyorum. Bodyguard’lar işbaşında. Devran ellerinde. Pis pis bakıyorlar bana. Onlardan izinsiz adım atmış olmam belli ki büyük bir suç teşkil etmiş. Nefret kusuyor bakışları. “İşe bak,” diyorum kendi kendime: “Ayaklar baş olmuş, başlar ayak!”

 

“Bir dakika!” diyor, durduruyorlar beni.

 

Saatler geceyarısını geçmiş. Pitoresk Pera çapulcu istilasında. Baygın, boğuk müzik sesleri yankılanıyor sokaklarda. Kabak çiçeği gibi açılmış üniversiteli kızlar henüz hangi çetrefilin içine düştüklerinin ayırdında değil. Eyyamdan yana tavırlar içinde gülüşüp kıkırdaşıyor, sevgililerine kaprisler yapıyor, şımarıyorlar. “Trendy” bıyık, sakal, favoriler bırakmış, at kuyruklu gençlerin itibarı zirvede. Bodyguard’lara bir selam çakıp içeri giriyorlar. Her biri adeta birer televole figürü. Ayak takımının saltanatı tüm “haşmetiyle” hüküm sürüyor! Sokaklar sıcak. Cehennemdeyim adeta.

 

Neden burayı seçmiştim hakikaten? Diğerlerinden ne farkı vardı?!

 

Hımm, hatırladım. Mimariyi özlemiştim. Attığım her adımda içine düştüğüm mekanlardaki “kitsch” karkas mimariden aşağılandığımı, sırf bu nedenle, sırf bu mimari aşağılanmaya tahammül edemediğim için bu kenti terk etmek istediğimi söylesem kim inanır bana bu çağda? Dünyanın en eski tarihi kentlerinden birinde, neredeyse tüm mimari dokuyu yok etmiş olarak, rezil modernist kutucuklarda yaşamımızı sürdürmek zorunda kaldığımız için kalbimin sıkıştığını, bunu görmek, hissetmek istemediğimi, bu kentte kendimi bir “homeless” kadar çıplak, mutsuz ve çaresiz hissettiğimi kime söylesem inanır bana?

 

Oysa Büyükada’ya ya da mütevazi taşra kasabaları olan Safranbolu, Göynük gibi yerlere gittiğimde bile, sade bir balıkçı kasabasına uğradığımda bile mimari armoninin  estetiğine kapılıp ferahladığımı nasıl da farkederim hep. Fakat hayata dair ne kadar mütevazi taleplerim olduğunu anlatabileceğim bir merci de kalmamış bu aymaz dünyada. Ben sadece insanca bir mimari doku istiyorum içinde yaşamak için. Ve bunu cidden istiyorum; bütün kalbimle istiyorum; yaşamımda hiç olmadığı kadar istiyorum.

 

Tarihten bize yadigar üç-beş eski tip binayı işgal altında bulunduran zamane soytarıları ise, yaptıkları sefil mefruşatla para basma peşinde. Ve beni, dünyadaki belki de ünik bir örnek olarak; yatışmak için içkiden çok böyle bir mimari yapıya ihtiyaç duyan beni, içeri almıyor ilk mektep mezunu olduğu bile kuşkulu bodyguard’lar ordusu... Gerekçe de yanımda dam olmaması!

 

İnanılır gibi değil! Kadınsız ülkenin, insanı her zaman hayretlere düşüren standart sürprizlerinden biri daha! Oysa kimi anlar vardır ki bir erkeğin hayatında, bir mimari duygu, şuh bir kadının binlerce dokunuşundan daha cazip gelebilir! Bunu, bu kapıya konmuş goril bozuntularına anlatmak nasıl mümkün olabilir ki?..

 

*        *        *

 

Oysa... Bugün gibi hatırlıyorum... 1980’li yılların sonları. Türkiye’nin raydan çıktığı, gözleri para renginin bürüdüğü çıldırmış bir dönem. Türkiye küresel kanaat önderlerinin akıl hocalığında neo-liberal pazar ekonomisine geçiriliyor. Yabancı para kuruluşları IMF vs. kesenin ağzını açmış. İyi çocuk Türkiye borçlandırılıyor. İleride altından kalklamayacağı bir borç batağına doğru ittiriliyor. Sol yenilmiş. Bütün muhalefet zorbalıkla susturulmuş. “Hap yap para kap” devri. Köşe dönmecilik ve malı götürme zamanı. Toplum canhıraş bir silkinişle bu yeni çağ kapitalizmine girişiyor. O güne kadarki tüm değerler ayaklar altında. Herkes müteşebbis, herkes işbitirici. Herkes hilekar. Hilebazlık işadamlığından sayılıyor zaten. Uluslararası kuruluşlardan alınan devasa krediler yandaş müteahhitlere saçılıyor. İstanbul şantiye olmuş. Her tarafa otobanlar açılıyor. Köprüler, viyadükler yapılıyor. Tarihi kentin kalbine bıçaklar saplanıyor devamlı. Perşembe Pazarı’nda, Balat’ta, Haliç kıyılarında, Boğaz’da Beyoğlu’nda Tarlabaşı’nda tarihi eserler gümbür gümbür yıkılıyor. Amaç otoban açmak. Bulvarlar yapmak. Yüksek katsayılı imar hakları verip, tarihi yapıları yok edip gökdelenler yapmak. Kendine benimsetilen zamane duygusu; rant hırsıyla yanıp tutuşan toplum feci sevmiş bu yeni fikirleri. Herkes saldırıyor. Görmüş geçirmiş olduğu varsayılan yerli burjuvazi yağmaya en önde gidiyor. Tarlabaşı’nda 250 tane tarihi Rum evi yıkılacak ve bulvar açılacak. Mimarlar Odası’nda sıkışmış kalmış, birkaç muhalif direnmeye çalışıyor. Toplum bunları arkaik, çağdışı, müzmin muhalif marjinaller olarak görüyor. Karşılıklı davalar açılıyor. Mimarlar Odası radikal bir karar alarak yıkım bölgesine taşınıyor. Bir binaya yerleşiyor. Belediye, binaları yıka yıka ilerliyor. Hergün estetik abidesi canım binalar gümbür gümbür aşağı alınıyor. Karşılıklı restleşmelerle mücadele siyasi bir şekle bürünüyor. İmza kampanyaları, paneller, söyleşiler, direnişler örgütlüyor bir avuç mimar. Kent yöneticilerinin gözü dönmüş. Yıkımlara karşı çıkan mimarları ve Mimarlar Odası’nı gelişmeyi engelleyen hainler olarak görüyorlar. İşler büyüyor. Kavgalar, dövüşler, direnişler patlak veriyor. Halk yavaş yavaş uyanmaya başlıyor. Mimarların yanına geçenler var. Direniş büyüyebilir. Direniş organize olmadan Mimarlar Odası’nın yuvalandığı binayı aşağı indirmeli. Ani bir tebligatla binayı boşaltın emri geliyor. Odanın az sayıdaki destekçisinden bir kısmının da genel kurul için İzmir’de olduğu bir gün dozerler ve kepçelerle baskın yapılıyor. Belli ki bu durum bilinerek organizasyon yapılmış. Yıkım ekipleri, güvenlik güçleri eşliğinde  yaklaşıyor Mimarlar Odasına. Binanın bitişiğindeki yapının temellerine çelik halatlar bağlanıyor. Halatları çekip binayı yere indirecekler. Mimarlara da gözdağı vermiş olacaklar. Sıra sizde denmiş olacak. Çıkın dışarı diye anons yapılıyor. Çıkmayız diye haykırıyoruz. İçeride sadece dokuz kişiyiz. Ben, yedi mimar arkadaşım ve eskrimci bir dost. Çıkın diye art arda anonslar geliyor. Çıkmıyoruz. Öğlene kadar bu gerginlik sürüyor. Öğlene doğru son bir ihtar daha geliyor. Çıkmamakta kararlı olduğumuzu anlıyorlar. Gökgürültülerini andıran bir ses duyuluyor ansızın. Bina zangır zangır titremeye başlıyor. Yer gök sarsılıyor. Çığlıklar ve toz bulutu her yanı kaplıyor. İçimden, “Buraya kadarmış!” deyip kendimi merdivenlere atıyorum. Nasıl olduğunu bilemeden, yuvarlana yuvarlana dışarı çıkıyorum. Toz bulutu arasında bir mimar dostu görüyorum. Polis panzerleri ve belediye araçları beliriyor sisin ardından. Hayatta olduğuma inanamıyorum. Geriye dönüp bakıyorum. Mimarlar Odası ayakta. Bitişikteki binayı, biz, yanıbaşındaki apartmanın dördüncü katındayken, temellerine zincir takıp çekerek indirmişler. Ölsek memnun olacaklar belli ki. Ama ölmedik. Hayatta kaldık. Sonraki yıllarda yaşanacak kepazelikleri görmek için hayatta kalma cezasına çarptırıldık!

 

*      *       *

 

Aradan yirmi yıl geçmiş. Şimdi herkes Beyoğlu’ndan tarihi bina edinmek, yüksek tavanlı daire almak için emlakçilerin kuyruğunda geziyor. Tarihi Rum evlerini, Gökçeada’da, Cunda’da Tarlabaşı’nda ziyaret yerine çeviren sonradan görme burjuvazi ağzı açık hayranlıklar sergiliyor. Mel mel bakıyor. Kırılıp dökülüyor. Bu yıkım ve kıyımlara seyirci kalan yerli burjuvazi şimdi sanatsever rollerinde. Beyoğlu’nda tarihi binaları alıp müze yapıyor, sanat galerileri açıyor. O binalara yerleşmeye çalışıyor. Mondenlik, yüzeysellik, yapmacıklık, kibir, snobizm, sahtelik, ikiyüzlülük, kabalık, gösterişçilik ve derinliksizlik içerisinde yeni bir devran kuruluyor. Post-modern sanatseverler devranı!

 

O binalar gümbür gümbür tepemize yıkılırken, o gün bir taneniz yanımızda olsaydınız ne olurdu? İş işten geçtikten sonra şimdi sizin bu halleriniz kimi neye ikna eder? Mış gibicilikler medeniyetinin gösterişçi tebaası! Bugünkü uygar dünyada sizi kim adam yerine koyar, ciddiye alır?!

 

*       *        *

 

“Ve şimdi Beyoğlu’nda, şu cehennemi karanlıkta, tek ihtiyacım olan tarihi bir yapıda bir yudum içki içip ruhsal olarak yatışmakken, tüm bunları yaşamış bana şu yaptığınıza bakın! Üç kuruşluk bir serserinin icazetine kalmışım! Ben size ne diyeyim? Uygarlıklar arenasında bir çöp kadar bile değeri olamayacak bir nesil yetiştirmeyi başardınız. Şimdi sizin sahte sanatseverliğinize kim inanır?” diye düşünceler beynimden geçerken bir el uzanıyor omuzuma;

 

“Siz; lütfen benle gelin.” diyor. Koluma giriyor.

 

Dönüp bakıyorum. Tanımıyorum simsiyah giysiler içindeki genç kızı. Sorarcasına yüzüne bakıyorum.

 

“Beni tanımamanız doğal,” diyor. “Çünkü ben de sizi tanımıyorum.”

 

“O halde bunu neden yapıyorsunuz?” diyorum şaşkınlıkla.

 

“Lütfen soru sormayın. Benle gelin,” diyor tekrar.  

 

Arada koskoca bir, belki de iki kuşak var “gothic” giysiler ve aksesuarlar içindeki genç kızla aramızda. Serin bakışları sorumlulukla bana kilitlenmiş. Çekiyor beni o sefil bodyguard’ların önünden. İki adım ötede, sokağa taşmış, siyah giysili genç adamların suskun ve hüzünlü bira içtikleri bir yere götürüyor beni. Küçük bir işaret yapıyor içeri.

 

“Ait olduğunuz yer burası!” diyor.

 

Therion çalmaya başlıyor. “Rise of Sodom & Gomorra!”  

 

Bunu genç kız mı ayarladı, anlayamıyorum? Fakat bir şeyden eminim. Her şeyi izlemiş ve kavramış! Orta yaşın derinliklerinde ilerlemekte olan bir erkeğin buruk yalnızlığını, beyhude yere aradığı ruhsal tatmini, yüksek sanat ögesi bir yapı içinde erimek isteyişini, görkemli duygularını sığdıracak monumental bir bina arayışını ve derin hüznünü...

 

Normal şartlarda bunu kim anlayabilir ki?...

 

Gözüme yaşlar birikiyor. Ama tutuyorum kendimi. Sulusepken duyarlılıklar sergilemeye hiç niyetim yok! Dönüp bakıyorum “gothic” kapkara giysiler içindeki genç kızın beni çektiği mekana. Aleladelikler deryası Beyoğlu içinde ayrıksı bir kalabalık. Ciddi, elemli ve siyahlar giymiş hepsi! Hepsi genç, hepsi körpe, hepsi “cool”. Melekler gibiler. Kuzu kuzu oturmuş bira içiyorlar ve yanan bir uygarlığın son demlerine tanık olmuş gibi yaslılar. Yanları sıra, sokaktan akıp giden hezeyanlar güruhu karanlıklar içinde eridikçe, yerlerine yeni yeni barbar orduları gelip duruyor. Onlar ise hep aynı: Suskun ve kabullenmez! Kederli ve “cool”. Ciddi ve duyarlı! Aykırı ve tavizsiz. Beni buraya ait görmüş genç kız. Ona şükranla bakıyorum. Dünyada böyle birinin hala kalmış olması ne güzel. Duygulanıyorum. Bu yüce davranışlar karşısında sefilleşme korkusuna düşmesem, yaşa başa bakmaksızın, kendimi ona aşık olmak için serbest bırakacağım.  Ama bunu yapmıyorum. Yapamıyorum. Buna hakkım olmadığını düşünüyorum. Yutkunarak bir tek şey soruyorum:

 

 Angels Fall First’ü bilir misiniz?”

 

Nightwish’” diyor. “Bilmez miyim?”

 

“Onu da çalarlar mı burada?” diyorum sonsuz hüzünler içinde.

 

“Evet!” diyor genç kız. “Sadece gerektiğinde.”

 

“Bu gece gerekiyor mu sizce?” diye soruyorum.

 

“Sanırım,” diyor, “Sanırım gerekiyor.”

 

 

Angels Fall First(**)

An angelface smiles to me
Under a headline of tragedy
That smile used to give me warmth
Farewell - no words to say
beside the cross on your grave
and those forever burning candles

Needed elsewhere
to remind us of the shortness of our time
Tears laid for them
Tears of love, tears of fear
Bury my dreams, dig up my sorrows
Oh, Lord why
the angels fall first

../..


(*) Angels Fall First – Nightwish

 

 

(**)Önce Melekler Düşer

 

Bir melek yüzü gülümsüyor bana

Bir trajedi başlığı altında

O gülümseme sıcaklık verirdi bana

Hoşçakal - başka söyleyecek şey yok

Mezarındaki o haçın yanında

Ve o sonsuza dek yanan mumların yanında

 

Hiçbir yerde gerek yok

Zamanın kısalığı konusunda bizi uyarmaya

Gözyaşlarımız onlar için döküldü

Aşk gözyaşları, korku gözyaşları

Rüyalarımı göm, mutsuzluğumu kaz çıkar

Tanrım,

Neden önce melekler düşer?

 

“Gentrification”laştırılamayanlar..


hikmet temel akarsu

İstanbul, 30 Ocak 2007


htakarsu@pen.org.tr

www.myspace.com/hikmettemelakarsu


Aziz Arkadaşım Metin Kaçan’a...

“Dolapdere Big Gang” adlı yeni kurulmuş bir müzik grubunun temiz yüzlü gençleri çıkıyor sürekli beyaz camda. Hangi kanalı açsam karşımdalar. Bir konsept grup yapmış birisi. Düşünmüş, taşınmış öyle cin fikirli bir projeyle çıkalım ki ortamlar şaşsın kalsın; medya peşimizde koşsun. Bir ilk olsun. Büyük girelim piyasaya. Büyük başaralım. İyi bir fikirden daha iyi bir kapital yoktur...

Çağdaş yaşam gurularının, başarı için reçete yazan pozitif düşünce üstadlarının, “new age” kanaat önderlerinin çok beğenecekleri bir yaklaşım. Doğrusu çocuklar da akıllı uslu. İş bilen çocuklar. Yabancı hit şarkıları oryantal tınılar eşliğinde çalmaca. Tam bir “Babylon sound”. Bunların hiçbirine itirazım yok. Devran bu olmuş artık. Sanat bu olmuş! Ne diyebiliriz ki?! Çocuklar da pırıl pırıl zaten. Hepsi de mektepli. Bilgi Üniversitesi kuşkusuz... Başka nereden çıkar bu işbilir tarz?! Liberalizmin seçilmiş üniversitesi...

Peki de o zaman sorun ne?!...

Hiç!

Sorun morun yok!

O zaman, o ruh yaralayan tuhaf sözcük de ne? Neymiş efendim; “Gentrification!” Yani Türkçe okunuşuyla Centrifikeyşın... Centrifikeyşınlaştırılamayanlar! Bu ne?!

Efkarlı bir şahsiyetin diline asla yaraşamayacak bu iddialı, havalı, alafranga sözcük nereden çıktı şimdi ve neler oluyor? Anlatılmak istenen ne?

İzah edelim. “Gentrification” oldukça yeni bir kavram. Mimarlık terminolojisinde geçiyor. Türkçesi henüz bulunamadı. Soylulaştırma, merkezlileştirme, ıslahat vs. gibi karşılıklar öneriliyor. Ama asıl Türkçe’sini ben söyleyeyim size. Kentsel merkezlerdeki rant değerinin yükselmesi dolayısıyla, oralarda sıkışmış kalmış getto insanlarının siktiredilerek yerine varsıl nüfusun yerleşmesi. Yani daha önce Ortaköy’de, Arnavutköy’de, Cihangir’de, Tünel’de, Galata’da uygulamalarına tanık olduğumuz bir kentsel operasyon.

Ne diyelim? Hayırlısı. Eloğlu parayı bulmuş. Gelip fukarayı varoşa itecek tabii. Yerine konacak. Sınıfların yer değiştirmesi. Bu alanda sosyolojik analizlere girmek için ne halimiz var, ne de kimsenin bunu dinlemeye niyeti. O yüzden biz kalbimizi acıtan hikayelerimize geçelim.

O zamanlar daha Dolapdere Dolapdere’ydi. Yani cebine Amerikan Express kredi kartlarını yerleştirmiş yuppilerin, ikinci sınıf tarihi eser edinmek için emlakçıları tokuşturduğu bir kapitalist arena değildi. Daracık, tıpkı Napoli gibi, enlemesine ipler gerilmiş ve üzerlerine çamaşır asılmış sokaklarında, başı kabak çocukların, eskimiş Chevrolet, İmpala, Plymouth arabalar arasında top oynadıkları bir merkez gettosuydu. Tarlabaşı’ndan Dolapdere’ye inen dik ve dar sokaklarda bıçkın delikanlılar birbirlerine kabadayı tripleri atarlardı. Bitirim abilerin, kerhaneden çıkardıkları yavruları koruma altına aldıkları, garip bir ahlakın hüküm sürdüğü, üzerinde buğular, tütsüler yükselen bir büyülü mahalleydi. Sustalıların ceplerde hazır durduğu, ceketini omuzuna atmış gözü kara bitirimlerin polis denetimine alınamadığı, kendi kanunlarını oluşturmuş, racon kesmenin zirvesine vurmuş bir serüven alemiydi.

Burada anlatmaya ara vermeli ve hüzünle lodosun harman olduğu, vapurların çalışmadığı soğuk bir İstanbul gecesinde, geçmiş güzel yılları anımsamaya, acılarımı yatıştırmaya geldiğim Tarlabaşı’nda sözü gerçek sahibine teslim etmeliyim. Bu tuhaf semti en iyi anlatmış adama. Efsanevi Ağır Roman’ın yazarı sevgili dostum Metin Kaçan’a... Nasıl söylemeli işte; geciken kış beni gafil avladı bu gece. Deniz otobüsüne, vapura binemedim. Kadıköy’e gidemedim. Fırtına var. Deli gibi rüzgar esiyor. Dolmuşlarda namütenahi kuyruklar. Köprü tıkanmış. Hayat tıkanmış. Aklıma bir başka tıkanmış hayat geliyor: Ağır Roman ve yazarı Metin Kaçan!... Efkarlanıyorum. Şimdi kim bilir neler yapıyordur diye düşünüyorum. Taksim’in ortasında kalakaldığım bir tufan gecesinde gidip çok özlediğim dostum için bir “tribute” gecesi yapayım bari kendi kendime diyorum. Hatıralar canlansın! Ayaklarım Tarlabaşı’ndan Dolapdere’ye doğru yöneliyor. Nice efsunlu devranlar geçirmiş arıza mekanına İstanbul’un...

Ve ne yazık ki o, artık orada değil!

O şimdi mahpus! Anadolu’nun kim bilir hangi ücra kentinde bir koğuşta hapis yatıyor. Dokuz yıl süren mahkemeler, yargıtaylar, kaçmalar, göçmeler sonunda o artık içerde. Herkes kına yakabilir. Medya onu linç etti. Toplum emeline nail oldu. Koca kalpli bir yazarı deliğe tıkan millet şimdilik yatışmış gibi gözüküyor. İzini birkaç ay sürebildim. Ziyaretine gidecek gücü kendimde bulamadım. Birkaç mektubun ardından ben de peşini bıraktım. Ama hiç değilse tutsak alınmış bir İstanbul gecesinde ona, onun yazdığı sokaklara, onun mekanlarına, onun “centrifikeyşin”lere gelmiş, dışlanacak yoksul insanlarına “tribute” ziyareti yapmama engel oluşturmaz tüm bunlar değil mi?!.. Yapıyorum bu meş’um ziyareti. Deniyorum eski yılları bir bir geri getirmeyi. Tuttuğum her şey elimde kalıyor. Yutkunmalarım gözyaşlarına dönüşüyor. Kalbimdeki boşluğu elimle tutuyorum yere düşmesin diye. Yüzümü tokatlayan lodos rüzgarına atıyorum gözyaşlarımın suçunu. Yıkkın binalardan sesler yükseliyor. Kırık dökük saçaklar küt küt vuruyor. Ucuza kapatmak için iyice dağılması beklenen evlerin acı çığlıkları duyuluyor. Lanetlenmiş her şey artık. Her şey bir soysuzlaşma, parayla kutsanma, içeriğinden soyundurulma halinde. Her şey bir “Centrifikeyşın” halinde...

Gelmeseymişim keşke! Denemeseymişim keşke hatıraları yad etmeyi.

Neden mi?

Çünkü keder gelip düğüm oluyor boğazda. Bir zamanlar Dolapdere... Metin’in semti. Koca duyguların tutsağı olmuş bıçkın genç adamların devriyeler gibi sokaklarda estikleri bir hüzün destanı. Doğu yakasının hikayesi... Ağır Roman... Bitik semt satılmayı bekliyor. Ehlileştirilmeyi belkiyor. “Adam edilmeyi bekliyor!”

İşe Metin’i ehlileştirmeye başlamalarından anlamalıydım. Oyun büyük. Artık o koca kalpli bitirimler, kabadayılar, fukara dostu delikanlılar, altın kalpli yosmalar, büyük hayaller kuran kaportacı çırakları, berberlerde racon kesen harbi abiler istenmiyor. Tarlabaşı Bulvarı’nda hüzün. Bir masalın ortasından bir otoban geçirmişler. Bulvar üzerindeki absürd bir solaryumdan travestiler çıkıyor. Torbacılar köşeleri tutmuş. Bildiğimiz bakkallar “franchising” zincirlerine dahil olmaya başlamış. Sokak aralarında sanat ortamlarının “azimli”(!) hırs küpü simaları yuvalanmış. Cihangir’de ev tutamayan tayfa burada tünemiş. Mevzuya yakın olalım olayı. Camlardan havalı “techno” müzikleri salınıyor sokaklara. Dekoratör dükkanları açılmış sağlı sollu. Yetersiz sermayeli gayrimenkul avcıları, evleri makyaj yapıp satmak, süsleyip kiraya vermek peşinde. Yüz elli yıllık tarihi kagir evler yüzlerine özensizce boyalar sürmüş birer orospu gibi. Bir zamanlar ne denli güzel olduklarını artık anlamak mümkün değil. Doğal gaz sayaçları kapılarda absürd birer medeniyet ögesi gibi duruyor. Digitürk çanakları olur olmaz yerlerde. Kurnaz iş adamları bazı katları dayamış döşemiş. Hem büro hem garsoniyer olarak kullanılan, içinde her türden günahın işlendiği kişilik karmaşasındaki binalar. Tikileşen Tarlabaşı insanı. Moralim bozuluyor tüm bunlara. Efkarlanıyorum. Racon bitmiş bu mahallede artık. “İddaa” salonları, plazma tv’lerle donanmış birahaneler ve süfli hamburgerciler görüyor, ağlamaklı oluyorum.

Hatıraların getirdiği acı görüntülere dalıyorum. Batakhanelerinde binbir delikanlılığın döndüğü gerçek Dolapdere’de geçirdiğimiz o sisli gecelere... Sabahlara kadar soba başlarında içtiğimiz rakılara, ocakbaşlarındaki derin delikanlı muhabbetlerine, şalgam sularıyla yenen kebaplara, ceketlerini omuzlarına atmış son kabadayıların kaytan bıyıklarının arkasındaki soylu sırıtmalarına, yeleklere, tesbihlere ve her şeye ve her şeye...

Lodos kenti yakıp yıkıyor. Centrifikeyşınların Tarlabaşı’nda genç tikiler ortamlara akıyor. Travestiler binmek için en lüks arabaları seçmeye çalışıyor, kent hepimizi yutmuş, öğütmüş. Gözünü para hırsı bürümüş genç yuppiler, gözleri yukarılarda, hala teslim olmamış binaları kollaştırıyor. Herkesin emlakçi olduğu garip bir medeniyetin hükümranlık alanlarındayım. Metin’in Gıli Gıli Salih’i yok artık. Rum kapatması da. Roman çengi ekibi de. Kulağımda bir müzik çınlıyor: Resimdeki Gözyaşları. Bir gün belki hayattan / Geçmişteki günlerden / Bir teselli ararsın / Bak o zaman resmime / Gör akan o yaşları... (*)

Metin’in biraz müstehzi, biraz rind, cüretkar, hafif külhanbeyi yüzü geliyor gözlerimin önüne... Efkarlanıyorum yine.

Şimdi hal böyleyken “Dolapdere Big Gang” diye İngilizce isimli, Harlem havalı grup kuran çocukların kabahati ne? Onlara öyle öğretmişler. Hayatın yeni kuralları böyle demişler. Zaten bizim kendi oyunumuzu bile kaybedeceğimiz en başından belli değil miydi? O çocuklar yeni trendlere yazılmasın da ne yapsınlar? Bizim sonumuz ta başından belli değil miydi? Bu devranı bile beceremeyeceğimiz daha o zamandan anlaşılmıyor muydu?

Sonuç düşündüğümüzden de kötü oldu. Cem Karaca öldü. Metin Kaçan hapiste. Levent terketti buraları bir çiftliğe çekildi rençberlik yapıyor. Metin’in Roman çengi ekibi sabah şekerlerine filan çıkıyor. Bütün arkadaşlar dağıldı. Çoğu eski delikanlılık devranlarını sürdüreyim, bonkör ve yüce gönüllü davranayım derken iflas etti. Geride kalanlar birbirine küs. Herkes tutunamama buhranlarında. Hepimizin hayalleri söndü. Hayat bir peri masalı değildi. Ve biz o zaman, bunu hiç bilmiyorduk. Bırakıyorum gözyaşlarımı lodosun rüzgarlarına. Kırbaçlar iniyor yüzüme. Lodos keşke alıp bizi uçursa öte bir aleme.

Çıksam bu toplumun yalan devranlarından. Gitsem; ben de hapse girsem. Metin orada bizi yine sobanın başına toplasa. Geçmiş yıllarda yaptığı gibi, gözlerini parıltılarla açıp eski zaman kabadayılarının, delikanlıların, bitirimlerin alemlerinden hamaset masalları anlatsa.

Uçsak.

Bir lodos rüzgarına asılıp uçup gitsek buralardan.

ein Bild

 
  Bugün 3 ziyaretçi (6 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol