Hikmet Temel Akarsu
  HİKMET TEMEL AKARSU İLE YAPILAN RÖPORTAJLAR
 

 

 

 

Dekadans Geceleri

 

(Röportaj)

 

Hazırlayan: Ömer Kumsal

 

 Varlık Dergisi’nin Nisan 2008 Tarihli Nüshasında Yayınlandı.

 

 

*2005 yılında Babalar ve Kızları ile Güzelçamlı’nın Kayıp Panteri adlı iki öykü kitabı yayımladınız. Ama sizi daha çok Kayıp Kuşak, İstanbul Dörtlüsü ve Ölümsüz Antikite adlarını taşıyan roman dizilerinizle tanıyoruz. Dekadans Geceleri’ndeki öyküleri düşünsel anlamda nasıl bir süreçte kaleme aldınız ve bu öyküleri bir cilt içinde toplarken neleri göz önünde bulundurdunuz?

 

Dekadans Geceleri, Babalar ve Kızları adlı öykü kitabımın bittiği noktadan başlayarak birikmiş öykülerin tematik bütünlüğü olanlarının toplamıdır. Bir kısmı Yüxexes adlı Rock dergisinde yayınlanmış, yayınlandığı dönemde marjinal çevrelerde geniş yankı bulmuştur. Belki hatırlarsınız, 2005’de yayınlanan Babalar ve Kızları adlı öykü kitabım da, alt başlık olarak “Rock’n Roll Öyküleri” ibaresini taşıyordu. Bunlar yaşadığımız buhranlı, krizli, gergin, çatışmalı ve bir o kadar da depresif yılların dökümünün öyküleridir. O anlamda, dünyada muhalefetin her türlüsünün sindirilip, yok edilip, anlamsızlaştırılıp, içeriğinden boşaltıldığı yıllar boyunca bir muhalif his olarak beliren, alternatif gençliğin karşı çıkışını yansıtan Rock temalarından duygu çalmışlardır. Hemen tamamında içtenlik, dürüstlük, sertlik, karşı olma, damardan olma ve yadsıyıcılık vardır. Bu öyküleri Dekadans Geceleri adı altında toplamak da büyük oranda günümüzde yaşadığımız dekadansın edebiyatın kayıtlarına geçirilmesi adına yapılmış bir hamledir. Hepimizin bildiğimiz, gördüğümüz, iliklerimize kadar hissettiğimiz ve sonuçlarına katlandığımız ve cebelleştiğimiz dekadans artık her yerde... Sosyal hayatta, insan ilişkilerinde, ekonomide, ekolojide, iç dünyalarda ve en son olarak bir başınalığın ve simsiyahın dibinin dibi gecelerde... Dekadans Geceleri’nde... En rafine, en alkole batmış, en tükenmiş, en pesimist haliyle... İşte bunların dökümü Dekadans Geceleri.

 

*Dekadans Geceleri’nde “ben” sesinin samimiyetiyle, birer anı havasında kaleme alınmış öyküler yer alıyor. Yer yer nostaljinin duygusunun ağır bastığı söylenebilir, ama geçmişe özlemden çok, geçmişle bugünün eleştirel bir karşılaştırması söz konusu.

 

Edebiyat, kurgu (fiction) havasını çok fazla yansıtıp ana kaygısı haline getirdiği anda bitmiş demektir. Orada artık edebiyat yoktur. Başka bir oyun vardır. Bir eğlence, bir pazar, bir şov vardır. Gerçek edebiyat damardan bir şeydir. Şakaya gelmez. Acıtacak kadar sahicidir. Kurgu olduğu anda bile imalarıyla yaralara tuz basar. Benim edebiyatımda samimiyet daima en ön plandadır. Dahası çıplaklık. Gerçek edebiyatta yazar okuyucuya en yalın haliyle açılır. İşin şaka kaldırır bir yanı yoktur. Benim öykülerimde bu samimiyet seziliyorsa eğer dilediğim gibi olmuş demektir. Dekadans Geceleri ise, bu bağlam içerisinde apayrı bir panaromik gözleyiciliği yansıtmaktadır. Yaşadığımız son çeyrek yüzyıl hakikaten canımıza okundu.  Yaşamını siper savaşlarında tüketmiş 20. Yüzyıl’ın ilk çeyreğindeki insanlardan bile daha ağır hayatlar yaşadık. Onlar bir hiç uğruna savaşıyorlar, savaşmaya mecbur halde rehin tutuluyorlardı. Biz ise hem adını ve anlamını bilemediğimiz bir boğazlaşma içinde hemen herkesle ve dünyayla ve doğayla ve kendimizle savaş halindeyken bir de attığımız her adımda apayrı bir aşağılanma yaşıyorduk. Bunu eleştirmek hafif kalır. Bu çektiğimiz acıları itinayla edebiyatın kayıtlarına geçirmek boynumuzun borcuydu. Bunu zevkle yaptım. Bizi öldüren, süründüren ve aşağılayan hayatı gelecek kuşaklara şikayet etmek adına bunu tutkuyla yaptım. Hiçbir şeyden daha fazla zevk almadım. 

 

*Kitabınızın ikinci bölümünün adı “Z Kuşağı”. Bu kuşağın belirleyici özellikleri sizce neler?

 

X-Y-Z Kuşakları... Birincisi yani X Kuşağı benim kuşağım. 1955-1965 yılları arasında doğmuş. Sosyal çatışmalar, kentleşmenin getirdiği altüst oluşlar, nüfus patlaması ile beraber gelişen sınıf çekişmeleri ve siyasi mücadeleler arasında oradan oraya savrulmuş, her yerde itilip kakılmış, bir türlü tutunamamış, girdiği her ortamda günah keçisi olmuş değişmez mağlupların kuşağıdır. Bir diğer adı da Kayıp Kuşak’tır. Daha sonra gelen Y Kuşağı ise “Neden? Bunca kötülük ve saçmalık neden?” diye soran, içine kapanık, teknoloji müptelası, muhalefet duygusunu yitirmiş, uysal, iç yıkım sevdalısı, melankolik 90’lar kuşağıdır. Sıfır yani Zero yılında “vizyon”a giren Z Kuşağı ise bambaşka özellikler taşıyor. Aslında kitabımın adını Z Kuşağı koymayı uzun uzun düşündüm. İlk başta öyleydi. Daha sonra fazla medyatik bir isim olacağı, piyasaya oynanmış imajı vereceği için vazgeçtim. Ama kitabımda özellikle ikinci bölümdeki “kısa roman-uzun öykü” tamamen Z Kuşağı’nı anlatmaktadır ve o kuşağa armağan edilmiştir. Z Kuşağı akılcı ve uzlaşmacıdır. Kaybedeceğini bildiği kavgaya biz X Kuşağı’nın salakları gibi girmez. Yeri geldiğinde geri adım atar, uygun ittifakları kurup günü geldiğinde saldırıya geçer. Pragmatist ve realistlerdir. Olmayacak hayaller kurmazlar. İyimser, neşeli, teknolojiye hakim bir kuşaktır. Ama Y Kuşağı gibi teknoloji tapınmaları yoktur. Toplumla çatışmaya değil, karşılık menfaate dayalı ilişki kurmuşlardır ve her ortamda işlerini yoluna koymakta üzerlerine yoktur. O yüzden mağlup olsalar da safdışı kalmazlar, yere yıkılsalar da ayağa kalkmayı ve hiçbir şey olmamış gibi kavgaya devam etmeyi bilirler. Bence umut verecek pekçok özellikleri olan bir kuşak. Hikaye etmeye değer bir kuşak. Artık umudumuz onlarda.

 

*“Z Kuşağı” konu olarak birbirini takip eden üç öyküden oluşuyor. Tüm doğruculuğuna rağmen, hatalarıyla, çelişkileriyle çizilen bir yazar karakterinin İstanbul’dan Eskişehir’e yolculuğu ve beraberindeki gelişmeler anlatılıyor. Burada, yazar ile büyük çoğunluğun eleştirdiği karakterdeki gençler arasındaki ilişki benim dikkatimi çekti. Siz de bir yazar olarak hep gençlere yakın durdunuz. Gençler üzerine görüşünüz, gençlerle ilişkiniz…  

 

Kitabın “Bozkır Uygarlığına Seyahat” adlı Z Kuşağı’nı anlattığım bölümü aslında genç kuşakla, yani şimdiki Z Kuşağı ile aramızda olan hayranlık ve öfkeye, sevgi ve çekişmeye, bağlılık ve didişmeye dayalı özünde tutkun, vurgun ilişkinin kısa romanıdır. Eskişehir’in dekorları bunu pek güzel betimler. Orada inanılmaz dirimsel bir üniversite kenti var ve fıkır fıkır kaynıyor. Gece hayatı son derecede renkli. Kahramanlarımız da zaten ününü duydukları Eskişehir’in gece hayatını yaşamaya giden gençler. Orada bazı tesadüflerin sonucunda,  orta yaşlı yazarla bir gece dekadansın dibine vuruyorlar. Ben o gençlerin yani Z Kuşağı’nın harika bir kuşak olduğunu düşünüyorum ve öyküm onlara hayranlığımı –sanırım- yansıtıyor. Zaten her zaman bir toplumun nabzının gençlikte attığını düşünmüşümdür. Bir yazar 16-26 yaş grubu arasında neler döndüğünü kavrayamıyorsa yazarlığı bitmiştir bence. Bütün yapıtlarımda bu gerçeği kabullenmiş olarak davrandım. O yüzden avangard gençlik ve yaşam alanları çok zaman benim edebiyat platolarım olmuştur. Şimdi de Z Kuşağı ile pek sevişiyoruz. Aralarında çok sağlam dostlarım var. 19-20 yaşlarındalar ama değme akranımdan daha bilge ve becerikliler.

 

 

 

*Bu ikinci bölümdeki “Bozkır Uygarlığına Seyahat I, II, III” alt başlıklarını taşıyan öykülerdeki yazar karakterinin mahlası ile sizin bir dönem yazılarınızda kullandığınız Marquis d’Istambulin mahlasının aynı olmasına bakarak, kahramanınızla aranızda bir özdeşlik kurduğunuzdan söz edebilir miyiz?

 

Evet. Bu özellikle yapılmış bir şeydir. Öykünün yazar kahramanının ben olabileceğim olasılığı okura hissettirilmiştir. Bu, sahicilik duygusunu ateşlemek, oradaki hislerin benim kişisel hislerimi de yansıttığını belirtmek için yapılmıştır. Zaten o öyküde, tıpkı diğerleri gibi, birazcık yaşanmışlık da vardır.

 

*Sokağın, altkültürün gerçeğini içeriden bir bakışla metinlerinize taşıyorsunuz. Böylelikle egemen kültür ve onun edebiyattaki yansıması diyebileceğimiz ana akım ile bir çatışmaya giriyorsunuz. Ama hicivci yanınız burada iki yönlü olarak kendini gösteriyor: egemen kültür kadar, altkültürü de eleştiriyorsunuz.

 

Kültür bir bütündür. Alt kültür olmadan üst kültür de olamaz. Gerçek edebiyatın beslenme alanı ise daha ziyade alt kültürdür. Çünkü marjinal olan, muhalif olan, sıradışı olan, heyecanlara ve çelişkilere açık olan oradadır. Anlatmaya değer insanlık durumları, olaylar, çatışmalar orada olur. O yüzden alt kültüre uzak olanların yaptığı edebiyat genelde yavan olur. Sıkıcı, resmi edebiyat gibi bir şey olur. Ben her zaman alt kültürün yakınında, yöresinde, içinde oldum. Ama ona tapınma ve taraftarlık noktasında hiç olmadım. Kimi zaman alt kültürün de karşısında oldum, orada olanlardan da tiksindim, oradaki bazı kötülüklerle de uzlaşmaz çatışmalara düştüm. Alt kültürü belki üst kültürden çok daha acımasız eleştirdim. Çünkü gerçek hikayenin orada döndüğünü biliyordum. Alt kültürdeki yozlaşma bambaşka bir dekadansdır. Gerçek felaket odur. Belki söyleyeceklerim biraz garip gelecek ama; alt kültürün de bir raconu var. Onu “dejenere”(?) edenlere tahammül etmek mümkün değildir. Daha da kötüsü alt kültürü bir edebiyat metası haline getirip buradan rant elde etmeye niyet eden bazı edebiyatçıların türemesidir. Bu en korkuncudur işte. Olayın tüm ruhuna ve doğallığına aykırıdır. Türkiyemiz garip bir yerdir. “Underground” edebiyat yaptığını iddia eden şahsiyetlerin büyük çoğunluğu reklamcılık sektöründendir! Kimisinin kitaplarını bankalar, holdingler çıkarır.  Toplumun en üst tabakasında yer alırlar. Saygın(?) işlerde çalışırlar. Nasıl ama? Tam bize özgü bir absürd değil mi? İşte ben tüm bu saçmalıkların dışına kendimi atmayı ilke edinmiş bir şekilde oradayım.  Tarafsız ve önyargısız olarak. Bir alt kültür figürü ya da kahramanı değilim. “Underground” yazar değilim. Sade ve nesnel bir edebiyatçı olarak bu emsalsiz, varsıl edebiyat platosunda özgürce geziniyorum.

 

*Öykülerinizdeki diyaloglarda gündelik dili tüm kıvraklığıyla kullanıyorsunuz. Bu elbette argoyu da beraberinde getiriyor.

 

Edebiyatta olayın ruhunu vermek için dilde iskontosuz davranmak mecburiyeti vardır. Aksi taktirde eseriniz yapay olur. Çok şükür ki ülkemizde bu alanda çok ciddi gelişmeler var. Artık edebiyatta küfürler, belden aşağı tabirler, argo, karakterlerin ruhsal bozukluklarını betimlemede kullanılan sapkın jargonlar filan rahatça kullanılıyor. Bu konuda Amerikan edebiyatının bazı öncü yazarlarından (Philip Roth, Bret Easton Ellis, Chuck Palahniuk vs.) çok şey öğrendik. Doğrusu Dekadans Geceleri’ni saygıdeğer Filiz Hanım’a sunarken bir parça çekiniyordum. Dosyayı kafama atacak, beni de kovacak ve bir daha Varlık’tan içeri giremeyeceğim diye korkuyordum... Fakat tepkisi çok farklıydı. Daha sonra anladım ki kendisi de avangard edebiyatı çok iyi takip ediyor. Roth’ları, Ellis’leri filan hepimizden önce okumuş. Varlık gibi klasikleşmiş bir ekolde böylesi gelişkin, avangard bir edebiyat bilinci ile karşılaşmak benim için sürprizdi doğrusu.

 

*Hemen her öykünüz, diğer kitaplarınızda da olduğu gibi, rock müziğiyle ilişki kuruyor. Rock kültürünün düşünce dünyanız üzerindeki etkisini de konuşalım istiyorum.

 

Özellikle ideolojilerin yıkıldığının ilan edildiği dönemlerin ardından (–ki ben bunu kabul etmiyorum, sadece muhalefetin kayıtsız şartsız teslim alındığı dönem diyorum buna-) muhalif duyguların ifade edilişi ya da muhalefetin tezahür edişi başka gömlekler altında olmaya başladı. Örneğin balina avcısı Japon gemicilerine savaş açıp, plastik botla balıkçı gemilerine saldırıp ona boya püskürten genç aslında kıstırılmış, gerçel muhalefetin yasak olduğu bir dünyada başka içsel dürtülerle başka bir şey yaparak muhalif duygularını yansıtıyor. Karşı çıkışını ortaya koyuyor. Örnekler çoğaltılabilir. Farklı yaşam tarzlarını benimsemek, dinsel yönelimler vs. Rock sadece bir müzik türü değildir. Siyasetlerüstü bir duruş, bir yaşam felsefesidir. Özellikle 90’lardan sonraki post-modern tek kutuplu dünyadaki dezenformasyon döneminde, dürüstlüğü ve kavrayışlılığı ile muhalif çığlıkların en iyi yankı bulduğu alan olarak öne çıkmıştır. İtiraz eden, karşı çıkan, sahtekarlıklara teslim olmayan, adaletsizliğe isyan eden ve kapitatalist neo-liberal politikalardan tiksindiğini her ortamda açığa vuran bir kültürel payda olmuştur. O yüzden rock kültürü ile muhalif bir sanat olan edebiyatın buluşmaları hatta büyük bir aşk yaşamaları ve “evlenmeleri” kaçınılmazdı. 

 

*Kitabın “Harman Yeri Adaleti” adlı son öyküsü bir tür mesel. Ayrıca “Nasıl yazar oldum?” alt başlığıyla birlikte düşünüldüğünde simgesel bir özellik kazanıyor.

 

Evet. Oradaki mesel aslında dünyamızdaki bütün sorunları temelden çözebilecek bir algıya işaret eder. Benim en çok sevdiğim edebiyat alanlarından biri olan naif çocukluk öyküleri gibi kaleme alınmıştır. Dikkatli okunmadığında derin felsefi mesajı anlaşılmayabilir. Bunu farketmeniz beni çok sevindirdi. Ben iyi bir yazarın bütün insanlığın sorumluluğunu omuzlarında hissetmesi gerektiğini düşünürüm. Bu öykü, bu alandaki hislerimin doruğa çıktığı ve neden yazar olduğum bir yana, neden yazarlıkta devam ettiğimin de yanıtını vermeye çabalayan bir öykü. Çok severek ve hissederek yazdım onu. Zaten çocukluğumuz öyle geçerdi bizim. Bilge büyüklerimiz bize hep erdem dersleri verirlerdi. Günümüzün kötücül dünyasında onları anımsayarak ayakta durmaya çalışıyoruz.

 

*Dekadans Geceleri’nin karamsarlığının haklı gerekçeleri olduğu muhakkak. Ama okurlarınıza bir umut ışığı yakmadığınız da söylenemez. Son olarak hem edebiyatın geleceği, hem de yaşadığımız çağ açısından umut ve umutsuzluk üzerine neler söylemek istersiniz?

 

Hiç umut yok” diye düşünsem tek bir sözcük bile yazmam. Tabii ki de durum kötü, daha da kötüye gidiyor ve büyük acılar çekiyoruz. Ama umut var ve her zaman varolacak. Umut ettiğimiz için yazmaya devam ediyoruz. Yazmaya devam ettiğimiz için de becereceğiz, bunu da aşacağız.  Umudun bittiği yer, yazının bittiği yerdir; edebiyatın bittiği yerdir. Sanırım her yeri geçseler de; buradan “geçemeyecekler!” Edebiyat kadim zamanlardan bu yana, ta en başından beri olduğu gibi tüm azametiyle hep en yukarıda olacak ve nihai ahkamı belirleyecek! Onun için buradayız. Edebiyattayız. Geçemeyecekleri yerdeyiz. İnsanlığın büyük yürüyüşünü izlemenin en heyecan verici olduğu yerdeyiz. Burada olmak büyük zevk. Kitabımdaki rock öykülerinde olduğu gibi, çok bildik ve dokunaklı bir lirikle bitirebilir miyim: “Wish you were here...”(*)

 

 

 

(*) Keşke burada olsaydın.

 

FÜTÜRİSTİK BİR KARA ROMAN SERİSİ: ÖLÜMSÜZ ANTİKİTE

 

Röportaj

Hazırlayan: Yasemin Bayer

Hikmet Temel Akarsu’nun bir süredir yayınlamakta olduğu Ölümsüz Antikite adlı nehir anlatısının üçüncü cildi Casus Belli ya da Helena adıyla Telos Yayıncılık’tan çıkmıştı. Bu ilginç seride Antik tragedyaları günümüze taşıyarak kurduğu alegorik dizge çerçevesinde anlatısını geliştiren yazar, yayınladığı her ciltte günümüz yaşamına klasisizmden esinlenerek bir yorum getirmekteydi. Birinci cilt “Aseksüel Koloni ya da Antiope”de Hikmet Temel Akarsu, büyülü gerçekçilik tarzında feminist bir öykü anlatmaktaydı. Yoğun sinematografik ögelerle dolu bu Amazon romanı, girift kurgusu, temposu ve cüretkar iddialarıyla aykırı entelektüel çevrelerde ilgi uyandırmıştı.
“Ölümsüz Antikite”nin ikinci cildi “Siber Tragedya ya da İphigeneia”da ise Türk edebiyatında pek bilinmeyen bir alana geçiş yaparak “cyberpunk” bir roman yazmaktaydı Akarsu. Euripides’in “İphigeneia Aulis’te” tragedyasını model alarak günümüze taşıyan romanda Silikon Vadisi’nin gözü doymaz şirketleri Olimposlular’la kişileştirilirken, bu acımasız egemenlerin oyuncağı olmuş insancıklar yerel bazı software şirketleriyle paralelize ediliyordu.
“Siber Tragedya ya da İphigeneia”da, Olimposlular insancıkları taragedyalara sürüp mahvetmek üzere yazgılar yazarken, yine her zamanki gibi, olup bitenlere direnmeye çalışan birileri vardır. İtaatsiz gençlik yine her zaman olduğu gibi, “yazgıya direnme”ye çalışmaktadır... Cyberpunk tarzında faaliyetlerle... Olimposlular bu adanmış gençleri farkettiklerinde, onları da kendi emelleri için kullanmakta gecikmezler...
Üçüncü cilt “Casus Belli ya da Helena”da ise yazar bizi fütüristik bir romanla karşı karşıya bırakıyor. Orwelyen bir tarzda kaleme alınmış eser, bir karanlık gelecek romanı; yani disütopya. Bilindiği gibi, kitaba adını veren “casus belli” sözcükleri savaş nedeni anlamına gelmektedir. Bu, daha çok diplomaside kullanılan Latince bir kavramdır. Hikmet Temel Akarsu’nun romanında tüm dünyayı ele geçirmiş ve insanları köleleştirmiş Silikonyalılar, hedonist bir yaşam sürmekte, zavallı insancıkları sapkın emelleri için kullanmaktadırlar. Fakat Silikonya’nın ilah ve ilaheleri arasında da gerilim vardır ve onlar arasında patlayacak bir siber savaş tüm sistemin çökmesiyle sonuçlanabilir. O halde, sefiller dünyasında, mesela Ortadoğu’da, hırslı şirketler arasında bir savaş çıkarmak hem sistemi güvencede tutacak hem de Silikonyalılar’ın birbirleriyle olan savaşma arzularını tatmin edecek, yatıştıracaktır... Ama bu savaş için bir neden; yani “casus belli” gerekmektedir.
İşte o noktada, bir zamanlar İda Dağı’nda Olimposlular arasında yapılan dünyanın ilk güzellik yarışması akla gelir. Silikonya’nın başındaki imparator Ziggy Yeats, tıpkı Zeus gibi, inandırıcılığı çok kuşkulu büyük bir lanet örer ve tıpkı antikitede olduğu gibi ölümlüler dünyası bu örüntü sonucunda kendini savaş, kan ve gözyaşı selinin içinde bulur...
Hikmet Temel Akarsu’nın kurduğu alegori bize günümüzden pekçok şey hatırlattığı gibi, insanlığın bıkıp usanmadan aynı tuzaklara nasıl düştüğünü de “edebiyat dili”yle anlatıyor.
Bu ürkütücü ve düşündürücü kara romanla ilgili olarak, kitabın yazarı Hikmet Temel Akarsu’ya, sorular yönelttik:

SORU: “Ölümsüz Antikite”nin üçüncü cildi “Casus Belli ya da Helena”da mitolojik ögeler kullanarak bilgisayar ve yazılım dünyasına yani siber aleme dair büyük bir alegorik model kuruyorsunuz. Antik tragedyalar ve en ileri teknolojinin kullanıldığı alan olan siber dünya... Bu tezatı eserinize temel almanızın nedeni nedir?
YANIT: Klasik kültür, tam da sözünü ettiğiniz nedenlerden dolayı çok önemlidir. İnsan uygarlığının büyük altüst oluşlar yaşadığı dönemlerde bir sis çanı misali doğru yolu gösterir. Bunun en çarpıcı örneği Rönesans sırasında yaşananlardır. O dönemdeki kültürel ve teknolojik altüst oluş, deviniş sırasında en önemli kültürel faaliyet antikitenin yeniden yorumlanmasıydı. Bu yorumlar büyük fikirlere, ideallere ve yaratılara ilham kaynağı olmuştur. Bugün yaşamakta olduğumuz büyük teknolojik dönüşüm sırasında da bizlere problemlerin ve sorunların temel nedenlerini gösterecek olan en iyi şey klasik kültürdür. Klasik kültürün en önemli ögesi de herkesin hemfikir olduğu gibi antik tragedyalardır. O tragedyalardaki temel sorunsalları alıp bugünün meselelerine uyarlarsanız olası yazgıyı üç aşağı beş yukarı görürsünüz. Tedbirinizi alırsınız. Öne geçersiniz. Yapmaya çabaladığım bu.

SORU: “Siber Tragedya ya da İphigeneia” adlı eserinizde(ikinci cilt) başlattığınız “cyberpunk” tarzının üçüncü cilt “Casus Belli ya da Helena”da yoğunluğunu yitirerek, teknolojik ayrıntıcılığını bir kenara bıraktığını, “cyber” dünyaya dair realiteleri kabaca vererek başka bir hedefe yöneldiğini görüyoruz. Üçüncü cilt geniş çaplı bir sistem eleştirisi. Dünya sistemini eleştiren, siyasi, felsefi hipotezleri olan bir roman. Bu romanda hedeflediğiniz siyasi ve felsefi bir mesaj mı vermekti?
YANIT: Evet. Büyük oranda buydu yapmaya çabaladığım: Daha da çok felsefi bir mesaj vermek. Ben gerçek edebiyatın son derecede felsefi ve son derecede ideolojik bir girişim olduğunu düşünürüm. Yaşamı yeniden üretmek düzeyinde... İçinde yaşadığımız dünyanın selameti, bizim mutluluğumuz, türümüzün devamı vs. hepsi de ancak edebiyat yoluyla güvenceye alınabilecek çok önemli, yaşamsal kavramlar. Bunların çıkmaza girdiği ve hepimizi mahvetmeye, tüketmeye başladığı noktada başvurulacak en önemli silah edebiyattır. Ben bunu yapmaya çabaladım. Bütün önemli edebiyat yapıtlarının da bu tür kaygılar sonucunda ortaya çıktığını düşünüyorum.

SORU: Romanınızda yakın gelecek hakkındaki öngörüleriniz çok karamsar. Hatta ürkütücü denebilir. Edebiyattan bakıldığında her şey gerçekten bu kadar kötü mü gözüküyor?

YANIT: Korkarım daha da kötü gözüküyor. Ben, sanatım elverdiği düzeyde bunu yansıtmaya çabaladım. Ama dünya üzerinde çok saygın ve önemli bir edebi tür olan disütopyanın yabancı yazarlarının öngörüleri yanında benimkiler eğlence kalır. Çok önemli bazı felsefi ve sosyal dönüşümleri yapamadığımız taktirde geleceğin tanımı için felaket sözcüğü çok yetersiz kalacaktır. Bugün bile, dünyanın hali oturup ağlayacak ya da kaçacak bir gezegen arayacak kadar vahim değil mi? Sahtekarlıkların, adaletsizliklerin ve yalanın hakim olduğu, bugünkü karabasan düzen sürdürülmeye çabalandıkça daha da batacağımız kesin. Bunun ilk belirtileri terör, nükleer savaş tehdidi, ekolojik felaketler, doğal kaynakların yok edilmesi, savaşlar, yeni hastalık türleri, yeni sapkınlıklar olarak her gün her yerde ortaya çıkıp durmuyor mu?
SORU: Romanınızın siyasi ve edebi tezleri dışında ilginç bazı felsefi iddiaları da var. Mesela “güzellik” kavramı, “estetik” kavramı, “dünyanın en büyük “casus belli”sinin(savaş nedeni) güzellik olması, dolayısıyla en güzel yaratık dişi insanoğlunun her zaman en büyük savaş nedeni olması, hedonist yaşam tarzı, sadece yalanlarla dolu bir dünyada yaşıyor olmamız vs. vs. vs... Bu kadar çok tez ve iddia bir roman için çok fazla değil mi?
YANIT: Bir romanda ne kadar çok tez ve iddia olursa o kadar iyi olur. Zenginlik ve renk katar. Benim kullandığım ve kimilerine absürd gelecek bazı kavramların abartılı bir biçimde romanın ama temasını oluşturması ise disütopyaların bir özelliğidir. Bu özellik başka kara roman türlerinde de başka başka şekillerde ortaya çıkar. Mesela Kafka’nın Dava’sındaki suç kavramı da böyle absürd bir çerçeve içinde kurulmuştur. Disütopyalar genelde absürdü sever, sıklıkla kullanır.

SORU: Eserlerinizin çok ağır, zor okunan, aşırı yoğun, kavram bombardımanı altında ve karmaşık olduğu söyleniyor. Gerçekten de, herhangi bir kitapçıya gidip kitabınızın adını söyleyebilmek bile bir mesele... Buna verilecek en basit örnek de en son romanınız “Casus Belli ya da Helena”... Neden böyle bir tarzı benimsediğinizi öğrenebilir miyiz?..
YANIT: Herhangi bir tarzı benimsemek adına bunu yapmıyorum. Yapmam gereken neyse onu yapıyorum. Bu, kimilerine ağır gelebilir. Onlar gidip best-seller okuyabilirler. Ama benim best-seller yazmam sözkonusu olamaz. Çağımızın bir hastalığı olarak her türlü sanat nesnesinin bir pazar mamulü olarak tasarlanması edebiyata yansıdığında insanlık büyük bir tehditle karşı karşıya kalmakta. Çünkü insanı insan yapan en önemli şey olan düşünce dumura uğramaya başladığında felaketler sıraya dizilirler... Ben yazarlık onuru taşıyan gerçek bir edebiyatçının piyasa, “pr”, reklam, satış vs. düşünerek eserini tasarlamasını olanaksız görüyorum. Inkıraz dönemlerinde yoğun olarak ortaya çıkan bazı şarlatanların faaliyetleri ile gerçek yazarlığı karıştırmamak gerekir.

SORU: “Ölümsüz Antikite”nin takip eden ciltlerinde aynı öykü, yani Troya Savaşı alegorisi devam mı edecek?... Sonraki ciltler hakkında biraz bilgi verir misiniz?
YANIT: Altı cilt olarak tasarladığım bu serinin müteakip ciltlerinin taslaklarını hazırladım. Dördüncü cilt “Yazgıya Direnmek ya da Cassandra”nın yarısına geldim. Nazımsal olarak yazmakta olduğum için biraz uzan sürecek. İlyada’nın cyberpunk uyarlaması olacak. Beşinci cilt “Son Amazon ya da Penthesilea”da Troya’nın düşüşü ve son Amazon kavminin yardıma gelişi anlatılacak. İlyada’da yer almayan Troya Atı olayı bu romanda yer alacak. Altıncı cilt “Galipler Gülemez ya da Electra” savaşı kazananların eve dönüşlerini ve bir daha asla hiçbir şeyin eski güzel günlerdeki gibi olamamasını anlatıyor... Ama ilk üç cildin günümüz edebiyat ortamında gör-me-diği ilgi, geride kalan ciltleri yayınlamak sözkonusu olduğunda aceleci olmayı gerektirmiyor. Yazıp yayınlamamak daha cezbedici bir fikir gibi gözüküyor şimdilik.

SORU: Sizin hep dörtlemeler, beşlemeler yazdığınız söyleniyor. Daha önceki dörtlemelerinizden Kayıp Kuşak ve özellikle İstanbul Dörtlüsü (Rock’n Roman)okurdan büyük ilgi gördüğü halde neden aynı tarza devam etmeyip bu kadar ağır bir konuya geçiş yaptınız?
YANIT: Okura istediğini vermek gibi bir tarzı benimsemem sözkonusu olamaz. Ben tüm yaşamımı adadığım edebiyat serüvenimden yoğurup çıkardığım eserlerimi okura sunarım. Dileyen dilediğini okumakta serbesttir. Ama her okur şunu çok çok iyi bilmelidir: “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim,” atasözünde olduğu gibi, bana yazarını söyleyenin kim olduğunu söyleyebilirim. Yani okur, kitap ve okuma serüveni seçerken aslında kendi yolunu ve kalitesini de seçer. Bu noktada alelade bir kişinin iyi bir yazarı seçmesi düşünülemez. O yüzden de iyi yazar daima az okunur. Buradan çıkarak ben eserlerimin gördüğü ilgiye dayalı olarak eser üretmeyi reddetmiş bir yazarım. Zaten böyle yapmamış olsaydım “Casus Belli ya da Helena”yı yazabilmem asla sözkonusu olamazdı. Çünkü özellikle ikinci cildin satışı çok kötü gitti. Bu beni üzdü. Ama yapacak fazla bir şey de yok. Benim yazarlığım bu...

SORU: Bu seriden sonra yine sırada başka bir seri mi var? Neler yazmayı tasarlıyorsunuz?
YANIT: Halihazırda kısa öyküler, masallar ve oyunlar yazıyorum. Bir roman taslağı üzerinde çalışıyorum. Eleştiri, deneme ve makalelerimi “Türk Edebiyatında Yeni Kara” adı altında kitaplaştırmayı düşünüyorum. Bir de bizim geleneksel edebiyatımız içinde yer alan hiciv en büyük ilgi alanımdır. Hala çeşitli takma isimlerle bu işi yaptığım dergiler vardır. Ona devam edeceğim. Hiciv çalışmalarımı kitaplaştırmak da planlarım arasında...

SORU: Kitaplarınızın girişinde, beni her zaman çok ilgilendiren, alışılmadık bir sunuşunuz oluyor: “Sarfettikleri tümcelerle bu kitabın yaratım sürecine neden olan eşsiz dostlara saygı.” Son kitabınızdaki tümcelerden, oğlunuza ait olanı çok ilginç. Bu tümcelerin taşıdığı hüzün beni çok etkiliyor. Daha önce herhangi bir edebiyat yapıtında bu tür bir girişime rastlamadım. Bunu yaparken amacınız nedir?
YANIT: Kitapların konusu, tasası, üslubu, tarzı, türü kadar beni çeken bir başka şey daha olmuştur hep: kitabın mitosu... Yani, kitap yazılırken yazarı ne haldedir, bu eseri yazmaya onu iten nedir, eserin yaratılış sürecinde yaşanan dramlar, insanlık halleri, öyküler, trajediler, paradokslar... Ben bunları her zaman çok merak etmişimdir ve eserden çok bunlarla ilgilendiğim çok yapıt olmuştur. Kendi eserlerimde de okuru kitabın öyküsüne ya da olabilecekse eğer “mitos”una ortak etmek adına bunları yapıyorum ve bu çok hoşuma gidiyor. Pekçok kişi, sizin gibi, roman kadar bu “mitoslar”la ilgileniyor...
Teşekkür ederim...

(1)Aseksüel Koloni ya da Antiope (Ölümsüz Antikite:1) – Hikmet Temel Akarsu(Roman)
(2)Siber Tragedya ya da İphigeneia (Ölümsüz Antikite:2) – Hikmet Temel Akarsu(Roman)
(3)Casus Belli ya da Helena (Ölümsüz Antikite:3) – Hikmet Temel Akarsu(Roman)
Yazarın Diğer Eserleri:
Aleladelik Çağı (Roman) - Kayıp Kuşak 1 (İnkılap Yayınları) (1989)
Çaresiz Zamanlar (Roman) - Kayıp Kuşak 2 (İnkılap Yayınları)(1992)
Yeniklerin Aşkı (Roman) - Kayıp Kuşak 3 (İnkılap yayınları)(1991)
Sevgili Superi (Roman) - Kayıp Kuşak 4 (İnkılap Yayınları) (1988)
Kaybedenlerin Öyküsü - İstanbul Dörtlüsü 1 (İnkılap Yayınları) (1998)
İngiliz - İstanbul Dörtlüsü 2 (İnkılap Yayınları)(1999)
Küçük Şeytan - İstanbul Dörtlüsü 3 (İnkılap Yayınları)(1999)
Media - İstanbul Dörtlüsü 4 (İnkılap Yayınları)(2000)
Babalar ve Kızları - Öykü (İnkılap Yayınları)(2005)
Güzelçamlı’nın Kayıp Panteri – Öykü – Gençlik (Can Yayınları)(2005)

 

RÖPORTAJ

Hazırlayan: Burcu Işıksaçar Yayalar

(Babalar & Kızları)

Varlık Dergisinin Ağustos 2005 tarihli nüshasında yayınlandı:


Babalar küçük melekleri olan kızlarını kötülüklerden korumak için çabalıyor. Bu kirli çağda, hayatın her noktasında tehlike var. Bir erkek en büyük aşkı olan kızını, yalnızca kendisi için kurduğu soylu dünyada tutmayı, tüm etkileşimlere rağmen, başarabilir mi?

YANIT: “Babalar ve Kızları” adlı kitabımın temel tasası tam da işte bu soruda düğümleniyor. Gerçekten de ne olacak, nasıl olacak? Evet elbirliğiyle dünyayı bugünkü kaotik, yaşanılmaz, alçakça değerlerin hüküm sürdüğü bir noktaya taşımış olan insanlar, bu acımasız dünyaya, en çok sevdikleri varlıklarını, masumiyet ve saflığın kadim timsalleri olan kızlarını saldıklarında en büyük acıyla yüzleşiyorlar. Belki de o güne kadar ne kadar acımasız, adaletsiz, tehlikeli ve hain bir dünyayla karşı karşıya oldukları hakkında bir nebze düşünmeyen insanlar, ruhsal zaafları dolayısıyla aşırı derecede düşkün oldukları ve psikolojik yaradılışlarıyla bağımlı bulundukları bu eşsiz sevgi “obje”lerinin başına bu hain dünyada neler gelebileceğini düşündükçe büyük bir yadsıma duygusunun içine giriyorlar. Dünyanın taşıdığı bin bir çeşit kirden, kötülükten, felaketten, trajediden belki bir süre için birilerini korumak mümkün olabilir. Ama sonsuza kadar, herkesi korumak olanaksız. Yani, oyun bir kere bu hale geldikten sonra kaçacak hiçbir yer yok. En büyük trajediler en çok sevdiklerimizin de başına gelecek. Bunu bilmek, bundan emin olmak trajik. Ama en yalın gerçeğimiz aynı zamanda.

- Günışığındaki sorumluklardan kaçıp sadece geceleri yaşayan, uyuşturucu ve içkinin kuşattığı, sevgisiz seksin anlamsızlığına tapan sanal gençlikten bir kuşak sonrası nasıl olacak sizce? Müzik ve hayat anlayışında bir geriye dönüş yaşanıp Rock’n Roll ciddiyeti bir hayat tarzı olacak mı yeniden?

YANIT: Yaşadığımız dünyanın içerdiği tehlikeler ve kötülüklerden yola çıkarak, insanı insan olmaktan uzaklaştıracak aşırı tutuculuklara, geri dönüşlere, geçmiş özlemlerine, nostaljilere düşmek doğru değil. Zaman, geri dönüşü olmayan bir yol. Bugünse yaşanılan olumsuzluk ve kötülüklerin gençlerden değil yetişkinliklerden kaynaklandığını düşünüyorum. Gençlik her zaman en temiz, en içten duygularla dolu kesimdir. Ama önleri sıra giden büyüklerinin değer yargılarına bir bakınız: Gözü dönmüş, paradan başka hiçbir değer yargısı olmayan, pahalı oyuncaklar için (ev, otomobil vs.) tüm dünyayı yakabilecek kadar çıldırmış, egoizm, hırs ve çıkarcılığın doruklarında bir insan çeşidi... Bugün için bence ıslah olması gerekenler gençler değil, olabilecek en alçakça değer yargılarını büyük coşkuyla içselleştirmiş bu tür yetişkinlerdir. Bunu en basit tv programlarında bile rahatlıkla teyit edebiliyoruz. En alçakça, en adice, en şerefsizce konuları işleyen yarışma programları en şaşırtıcı bir şekilde en büyük reytingi alıyorlar. Rock’n roll kültürü ise bunu yadsıyan, bundan tiksinen ve karşı çıkan, isyancı özellikler taşır. O yüzden de gençler rock’n roll’u çok severler... Bu, yarından umutlu olmamız sözkonusu olduğunda dayanabileceğimiz en önemli gerçeğimizdir.

- Kadınlar kendilerine kötü davranan, aşağılayan erkeklere aşık olup acı çeker ve denklemin diğer tarafında bu rolü başarıyla gerçekleştiren erkekler kahraman olur. Kadınlara kendilerini iyi hissettiren, sevginin anlamını bilen erkekler bu dünyada mutluluğu tadamayacak olan umutsuzlar mıdır?

YANIT: “Babalar & Kızları"nın Yitirilmiş Kadınlar Albümü adlı bölümündeki Urban Casanova adlı öyküden yola çıkarak bu soruyu sorduğunuzu düşünüyorum. Ne yazık ki bu, benim yaşamımda en çok acı duyduğum insansal paradokstur ve acımasız bir realitedir. Gerçekten de kadınların kendilerine acı çektiren kişileri sevdikleri, iyi yürekli erkeklerden ise sıkıldıklarını her tecrübemde bir kez daha yeniden keşfetmek bana yaşamım boyunca acı vermiştir. Bunun tersi bir kadın bulabilseydim hayatta, bugün yalnız olmazdım... Ama ne yazık ki bu böyle ve ben hep yalnızım. Üstelik daha da acı olanı, bunun yaradılışla ilgili kolay kolay değişmeyecek bir şey olması...

- “Hayat hiçbir mucizeyi melodramatik sürprizler ve büyük acılar için uygun tuzakları hazırlamaksızın devreye sokmazdı” diyorsunuz Çigan Dinlediğimiz Yıllardı... adlı öykünüzde. Hayat sizce bitip tükenmek bilmeyen bir hesaplaşma mı? Bir insan hayatı herhangi bir sonuca varmak için yeterli mi?

YANIT: Bu, hayatta ne yapmak istediğinize bağlı. Ama hayat içerisinde eskidikçe bazı şeylerin ne kadar acımasız ve kaçınılmaz olduğunu, insanın yaradılışından ve yazgısından kaçmasının asla mümkün olamayacağını görüyorsunuz. Bu, büyük bir keder, beyhudelik hissi ve nihilizmi beraberinde getiriyor. Yaptığınız her şeyin ne kadar anlamsız olduğunu gitgide daha fazla görüyor olmak, çektiğiniz acıların sürgit katmerleştiği bir süreçte yaşıyor olmak anlamına geliyor... O yüzden “farkındalık” bir insanın başına gelebilecek en büyük felakettir, bir insanın alabileceği en büyük cezadır. En çok farkında olanlarsa en iyi yazarlardır. O yüzden iyi yazarların hayatları yanında, cehennem azabı sayfiye gibi kalır.

- Kahramanlarınızdan bazıları, kendilerinden yaşça küçük kadınlara aşık olup, kendilerini onların babaları yerine koyuyor. Birer gönüllü eğitmen gibi hayat tecrübelerini aktarıyorlar. Sonunda kadın “büyüyor” ve eğitmenini beğenmemeye başlıyor. Kadınlar mı sinsice alacaklarını alıp, yeni bir heyecana yelken açıyorlar yoksa erkekler mi aşk karşısında olgunluklarını kaybetmeye ve hata yapmaya başlıyorlar?

YANIT: Bunlar edebiyatın konu ve alan seçimiyle ilgili meselelerdir. Mesela otuz iki yaşındaki bir erkek memurla, yirmi dokuz yaşındaki bir ev kadınının öyküsü kolay kolay ilginç olamaz. Kimse bir bakkalın yaşam öyküsünü okumak istemez. Ama o bakkal bir gün kanat takıp uçmaya başlarsa bu herkes için ilginçtir. Edebiyatta konu seçerken doğal olarak sıradışına yönelirsiniz. Bunlar daha verimli araştırmalara ve yorumlara götürür sizi. Orta yaşlı bir adamla genç bir kız, ya da orta yaşlı bir kad

 
  Bugün 2 ziyaretçi (3 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol