Hikmet Temel Akarsu
  EDEBİYAT & ROCK'N ROLL & ÇİZGİ ROMAN
 

Türk Öyküsünün Kanonik Öyküsü

 

 

Hikmet Temel Akarsu

İstanbul; 2007

htakarsu@pen.org.tr

www.myspace.com/hikmettemelakarsu

 

 

Yeni bir yüzyılın derinliklerine doğru adımlar atarken yaşamakta olduğumuz devrim mahiyetindeki teknolojik ve sosyal sarsıntılar birçok insanda, yaşamın her alanına dair köktenci tespitler yapma eğilimini doğurdu. Bu tespitlerden bizim alanımıza münhasır olanı edebiyatın bittiği yönünde. Internetteki milyonlarca edebiyat sitesinin bedelsiz olarak emrimize sunulması, dijital çoğaltma kolaylıkları dolayısıyla her tarafın kitapla dolması, herkesin sesini duyurmak için bir manivelaya sahip olması gibi binbir unsurun birleşmesinden oluşan kakafoni ve daha pekçok dönemsel gelişme soy edebiyatla uğraşan pekçok kişide derin bir yeis ve umutsuzluk yaratmış durumda.

 

Bu, yanlış bir eğilimdir. Çünkü insanlık bu türden devrimleri sürekli yapar. İlk defa tamtamın kullanılması ya da ilk duman işaretinin verilmesi de bunlardan daha küçük birer devrim değildi. Güvercilerin haberleşme maksadıyla eğitilmesi ya da telegram da aynı şekilde... İnsanlık sürekli şaşırtıcı buluşlara imza atarak evrenin derinliklerine doğru hamle etme hazırlıklarına başlarkan olan biten her türlü gelişmeyi kıyamet alameti saymak ve “Ah o eski günler!” nostaljisine kapılmak tutuculuktan başka bir şey değildir. “Başlangıçta Söz Vardı!” tümcesi kadim zamanlardan bu yana hala aynı azametle yerli yerinde durmaktadır. Edebiyat insanlığın ortaya koyduğu en derinlikli ve yararlı simülasyon ve işaretleşme ve kayıt tutma ve düşünme ve araştırma ve savaşma ve sevişme tekniği olarak tüm kadim disiplinlerin en önündeki görkemli yerini muhafaza etmektedir ve bu hep böyle olacaktır. Fakat edebiyat formlarının gelişen çağa koşut olarak sürekli değişeceğini öngörmek ve çağın anlayışlarına uygun edebi formlara yönelmek bir yaratıcının en temel gailesi olmalıdır. Bunu yapmayan edebiyatçıların zaten elenip gideceğini, yeni oluşan edebi formasyonda işe yaramaz hale geleceğini ve yeni çağların getireceği tufanların dalgaları altında kalıp yok olacağını söylemeye sanırım gerek bile yoktur.

 

Edebi formların son iki yüz yıldır en büyük iltifat göreni olan roman, gelişen yeni şartlara ayak uydurmakta zorlanırken öykü gitgide daha fazla yazarın derdini anlatma formu olarak ilgi derlemektedir. Bu, son derecede anlaşılır ve makul bir gelişmedir. Çünkü hız ve enformatik bombardıman çağında zaman en değerli şeylerden biridir. Bu gelişme öylesine kapsayıcıdır ki artık roman sanatının en yetkin simaları bile eserlerini oluştururken tıpkı öykü gibi kısa ve vurucu anlatım kalıplarına yaslanmak arzusunu duymaktadırlar. Artık romanlar 100-150 sayfa civarında yazılmakta ve deyim yerindeyse, laf salatasından arındırılmış; her türlü sözcük ekonomisi devreye sokulmuş; damardan birer metin olarak okur önüne çıkarılmaktadırlar. Roman, öyküden rol çalmaya çabalamaktadır. Hatta denebilir ki giderek melez bir tür oluşmaktadır. Türk edebiyatının da son zamanlarda, gösterişçilikten ibaret “tuğlasal”(!) kitaplar üretmek fikrinden vazgeçtiğini ve rafine edebiyat yapmaya çabaladığını görmekteyiz. Bu, oldukça olumlu bir gelişmedir.

 

Bütün bunlar olup biterken öykü ne yapmaktadır?

 

Bu, üzerinde durulmaya ve irdelenmeye değer bir konudur. Çünkü Türk öykücülüğü evlenme çağının geldiğinin farkında olmayan; daha doğrusu bunu kabullenmek istemeyen dünyalar güzeli bir genç kız konumundadır bugün için. Gelişen şartlar onu gündemin odak noktasına taşımak isterken o hala çocukluk arkadaşlarıyla oyunlar oynamak ve taliplerinin ne istediğini anlamazlıktan gelmek peşindedir. Bu, dünyadakinin hilafına; özellikle Türk edebiyatında bu şekilde cereyan etmektedir. Oldukça iddialı olan bu tezimizi kanıtlamaya çabalamak bu denemenin esas kaygısını teşkil etmektedir. Bu amacımıza varmak için Türk öykücülüğünün yüzyılı geçmek üzere olan mazisine şöyle bir göz atmak dileğindeyiz öncelikle.

 

Her ne kadar çoğunluk  Türk Öyküsü’nü Ahmet Midhat Efendi ile (Emin Nihat, Samipaşa Sezai ve Nabizade Nazım ile birlikte Tanzimat dönemi) ve yetkin öykücülüğümüzü Halit Ziya Uşaklıgil ile başlatsa da;  (Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mahmet Rauf, Saffeti Ziya, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ile beraber onu da Edebiyat-ı Cedide döneminde sayıp) her ikisi dışında işe başlamak gerekir.

 

Türk insanının yerküre üzerindeki trajikomik serüvenini olağanüstü bir vurguyla veren Efruz Bey tiplemesinin mucizevi yazarı Ömer Seyfettin’i ve onun bugün bile her okurun ruhunda fırtınalar yaratan, bilgece ele alınmış, benzersiz eserleri olan İlk Düşen Ak, Yüksek Ökçeler, Bomba, Gizli Mabet, Asılzadeler, Bahar ve Kelebekler, Beyaz Lale ve Mahçupluk İmtihanı’nı  modern Türk öyküsünün başlangıcı sayabiliriz. Meşrutiyet sonrası başlayan dilde özleşmenin diğer yazarları olan Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin ve Refik Halit Karay ile beraber Ömer Seyfettin bu dönemin en önemli öykücüleridirler. 

 

Ömer Seyfettin’in açtığı çığırdan geçen öykücüler Cumhuriyet Kuşağının Öncelleri’ni oluştururlar. Bunlar  arasında Salahaddin Enis, Sadri Ertem, Nahid Sırrı Örik, Bekir Sıtkı Kunt, Memduh Şevket Esendal, Cemal Kaygılı gibi çok önemli isimler  olsa da bir tanesi vardır ki onun açtığı izlek daha sonraları öykücülüğümüzde oldukça derin izler bırakmıştır. Bu nevi şahsına münhasır öykücü: Sabahattin Ali’dir.

 

Kendi trajedilerle dolu yaşamına ve mağlup vatanseverlere özgü kederli yaşlarını yaşamı boyunca gözlerinden akıtmasına rağmen dünyaya ironi ile bakabilmeyi başarmış büyük Türk öykücüsü Ömer Seyfettin’in makus kaderiyle yarışmak istercesine Sabahattin Ali’nin yaşamı da adeta bir Yunan Tragedyası gibi sona erer. Belki de bu tragedyanın icabı olarak  bize bıraktığı eserleri derin bir hüznü, yalnızlığı, anlaşılamamayı ve sosyal kaygılar altında ziyan olmuş bir hayatı betimlemektedir. Eserlerini verdiği dönem tek partinin batılılaşma sevdasının devlet katlarında oluşturulan yapay dalgalarla yukarıdan aşağıya topluma yayılmaya çalışılması dönemidir. Fakat çağın yazarı yukarıdan aşağı yayılmaya çalışılan bu zoraki modernleşme serüvenine dahil olsa da dünya üzerinde gelişen toplumcu görüşlere bigane kalamamaktadır. Elitist bir idarenin cebri yöntemlerle dayattığı modernleşme çabasını içselleştirirken bir şeylerin yanlış olduğunu kavrıyor olmanın getirdiği ikirciği de bağrında taşır bu dönemin edebiyatı. O nedenle, dönemin yazarı dildeki özleşme, sadeleşmeyi ana gaye edinse de; bir yandan halktan taraf olurken, diğer yandan fazla ileri gitmemesi gerektiğini bilmenin getirdiği tedirginliği, ezikliği yaşamaktadır. Buna rağmen bu dönem yazarlarının ortaya koyduğu öykülerdeki edebi duygu, kurgulama, konu seçimi ve anlatı becerisi oldukça yüksektir. Bu dönem karakteristiğini yansıtan  öykücüler  arasında Orhan Kemal, Kemal Bilbaşar, Halikarnas Balıkçısı , Mehmet Seyda, Sabahattin Kudret Aksal gibi isimleri de saymak mümkündür.

 

Ömer Seyfettin’den yola çıkan Türk öyküsünün Sabahattin Ali’ye ulaşması ne kadar şaşırtıcıysa, Sabahattin Ali ve benzerlerinin  ardı sıra gelen Sait Faik de bir o kadar şaşırtıcıdır. Tüm dünyada gelişen sosyalist duyarlılığa rağmen Sait Faik, siyasi yaftalara hiç bulaşmama becerisini gösterebilmiş hayret uyandıran bir edebi bilinçtir. Öykülerinde apayrı, o güne kadar emsali görülmemiş naif, içten ve samimi, yalın bir dili üstün bir beceri ile kullanmış; küçük hayatlardan yola çıkarak, Türk öyküsünde, bir daha asla tekrarlanamayacak bir zirve, bir anlatı evreni yaratmayı başarmıştır.

 

Sait Faik’le çağdaş olan fakat ondan bir sonraki kuşağı temsil eden 50’ler öyküsü, günümüz Türk öyküsü üzerinde en büyük etkiyi bırakmış ekoldur. Başını Salim Şengil, Nezihe Meriç, Oktay Akbal, Tahsin Yücel gibi rafine edebiyatçıların çektiği, Sabahattin Ali etkisinden gelen bu kesim Türk Edebiyatı’nda özgün bir öykü akımı başlatmış olmayı başarmış olması hasebiyle edebiyat tarihine geçmiştir. Bugün artık yaşamayan Erdal Öz, Necati Cumalı, Yusuf Atılgan gibi önemli öykücüler ve geçtiğimiz yıl 45. yazarlık yıldönümünü kutlayan Adnan Özyalçıner de hemen bu dönemin ardı sıra seslerini duyurmaya başlamışlardır. Bu ekolün en büyük özelliği dil kullanımındaki ayrıksı duruşuydu. Denebilir ki Türk Edebiyatı’nda kusursuz imla, sıfır düzelti, tartışma götürmeyecek sentaks, sadelik, akıcılık  ve kuyum işi dil kullanımını bu kuşak getirmiştir. Bu kuşak bu konuda öylesine bir tutku ve eda yaratmıştır ki etkisi edebiyatımızda hala devam etmektedir. Hafif soluk, yaşamda pusmuş, kaybetmiş erkeklerle, alçakgönüllü sosyalist kadınların sergüzeştinden oluşan bu öykülerde derinlere sinmiş bir efendilik, hizaya getirilmişlik, içi kemiren tedirginlikler ve sosyalistlikten mütevellit polis korkusu derin derin sezilir hep. Halktan yana, iyilik düşünen, aklıselim öykü kahramanları sıradışı olaylara pek bulaşmazlar. İnsanların iyiliği için çırpınan, onlara ders verirken didaktik olmamayı becermeye çalışan, duyarlı, aydınlanmacı köy öğretmenlerinin kalp çarpıntılarına sahip, halkevi ruhuna kardeş bir öykücü çeşididir bu kahramanların öykülerini yazan yazarlar. Melek ruhlu, adanmış, zarif ve ahlaklı insanların edebiyatıdır 50’ler öykücülerinin edebiyatı. Bu yanıyla o kadar düzgündür ki; edebiyat bu mudur diye düşünmeye başlar insan bir süre sonra?

 

60’larda kazanlar kaynamaya başlamıştır artık. Toplumsal çelişkiler ortaya çıkmaya başlamış, köylerinden kopan kitlelerin kentlere taşıdığı sorunlar toplumu çelişkilerle yüzyüze bırakmıştır. Bir yandan güvenilmez bir lümpen proleterya oluşurken diğer yandan sanayi işçileri düşe kalka sınıf bilinci oluşturmaya çabalamaktadır. Eşzamanlı olarak dünya yeni bir devrimci dalga ile sarsılmaktadır. Dünyadaki kalkışmaların dalgalarının Türkiye kıyılarına vurmaları fazla zaman almayacaktır. Fakat öncesinde köy edebiyatı patlaması roman sanatını izleyerek öyküde de kendini gösterir. Talip Apaydın, Bekir Yıldız, Fakir Baykurt gibi köy edebiyatı yazarlarının çok okunduğu bir döneme gelir çatarız. Bir önceki kuşağa mensup olsa da ve nispeten daha kentsel bir sosyal sınıfı konu edinse de Rıfat Ilgaz’ı da sosyalist -gerçekçiliğin bu dönemine ait olarak zikretmek gerekir. 1955 tarihli Sarı Sıcak adlı öykü kitabından sonra tamamen romana yönelse de Yaşar Kemal’i de bu fasılda saymak uygun düşer.  Haldun Taner, Demir Özlü, Orhan Duru, Ferit Edgü  gibi kent yazınına ait nitelikli öykücüler bu esnada devredelerse de; ikinci planda kalırlar. Bu dönemdeki hayhuy içerisinde Türk öyküsünün “kanonik” özelliklerini yayıncılık yoluyla muhafaza etme, 50’li yıllar öykücülerinin adeta bir temsilcisi gibi o kuşağın değerlerini koruma ve bir sonraki nesile aktarma görevini Memet Fuat üstlenecekti. Özgün bir edebiyat insanı olan Memet Fuat o dönemde De Yayınları’nı kurarak aynı geleneği bastığı kitaplarda devreye soktu. Kendisi öykücü olmasa da, bir editör olarak, bu ilkeleri bir adım daha ileri götürüp geliştirdi. Altların çizerek, olmazsa olmaz kurallar haline getirdi.

 

70’li yıllara gelindiğinde toplumsal çelişkiler yerini kıyasıya çatışmalara bırakır. Bu dönemde edebiyat giderek daha fazla siyasetin emrine girer. Sloganlara gömülmüş tarafgir bir edebiyat, tüm çirkefliğiyle piyasaya hakim olur. Böylece inkıraz başlar. Buna rağmen Aziz Nesin öykücülüğü bu dönemde yükselir. Gelişkin bir tarz olmamakla beraber muhalifliği ve mizahi yönü ile geniş kitleleri etkiler. Demirtaş Ceyhun, Tarık Dursun, Necati Güngör, Füruzan, Pınar Kür, Osman Şahin,  Necati Tosuner, Muzaffer Buyrukçu gibi başarılı toplumcu gerçekçi öykücüler de yine bu dönemde okur bulmuştur. Aynı dönemde ortaya çıkan, kentli, duyarlı ve muhalif kadının “fragile” edebiyatı, sadeliğine, olanca derinliğine ve buhranlı yalnızlığı başarıyla yansıtmasına rağmen ikincil planda kalır. Tomris Uyar, Tezer Özlü, Sevgi Soysal, Ayhan Bozfırat bu dönemin adı anılmaya değer, çarpıcı öykücüleridir. Kitapları çok sonraları yaygın olarak basılsa da Leyla Erbil de bu dönemde ürün veren, ilginç ve başarılı bir öykücü olarak hakkı teslim edilmemişler arasında kalmıştır. Benzer şekilde, yine aynı dönemde ortaya çıkan santimantal  Selim İleri yazarlığı, kentli gelişkin çevrelerde geniş ilgi uyandırmasına rağmen ilk başta yadırganmış ve toplumcu-gerçekçi akımların ardında ikincil kalmıştır.

 

80’li yıllara gelindiğinde darbenin getirdiği “kaçgun” ruhu hakimdir edebiyata. Herkes panik içinde sığınacak delik aramaktadır. Demokrasi ilga edilmiş, edebiyatçılar eskiden yazdıklarının hesabını verme “sorunsalı” ile yüzyüze kalmıştır. Ayakta kalmayı başarmış tek bir ekol vardır: Memet Fuat’ın koruma altına aldığı duruş. Adam Yayınları kurulmuş ve Memet Fuat’ı işin başına danışman olarak  getirmiştir. Nitelikli edebiyat simaları bu nedenden dolayı bu mecrada toplanmaya başlamıştır. Sol siyasi söylemin düşünen edebiyatçılarından olup Memet Fuat’ın “kanonik”, özgün edebi duruşunun etki alanına girmekte olan iki önemli edebiyat profili vardır aynı çevrede. Bunlardan biri Türk eleştirisinin veliahtı ilan edilmiş olan (ve daha sonra bayrağını teslim alacak olan) Semih Gümüş, diğeri ise şair Turgay Fişekçi’dir. O sırada her iki genç yazar da bir dönem Türk Edebiyatı’na damgasını vurmuş Adam Yayınları’nın profesyonel editörleriydiler. Bu görevi sürdürürken Memet Fuat’ın “rahle-i tedrisatından” geçmiş olmaları öykücülüğümüzdeki kanon’un belirgin ögelerini onların edebi genlerine genç yaşta nakşetti. Böylece Adam Sanat Dergisi’nin ardından devreye giren Adam Öykü dergisinde Türk öyküsünün Sabahattin Ali’den bu yana süregelen  kanonik” özelliklerini aynen görmeye başladık. Dürüstlük, dilde titizlik, hatasız sentaks, “fragile” anlatım, narin ruh yapısı, hafif solculuk, sosyal sorumluluk ve şimdi artık giderek daha çok özgürlükçülük, demokratlık... Bu dönemin kayda değer öykücüleri olarak Hulki Aktunç, Nazlı Eray, Sezer Duru, Cemil Kavukçu, Murathan Mungan, Ayla Kutlu, Turgay Gönenç , Nursel Duruel, Sennur Sezer, İnci Aral  gibi isimler; göçmenler arasında ise Özgen Ergin, Nedim Gürsel, Aras Ören  ve Yüksel Pazarkaya  sayılabilir. 

 

Kuşkusuz aynı dönemlerde başka pekçok öykü dergileri çıkıyordu. Fakat Adam Öykü çevresi başat edebi duruşu temsil ediyordu. Adam Öykü, serüveni boyunca pekçok genç yazarı lanse etti. Pekçok yeni yazar yarattı. Günümüzde yazmayı sürdüren öykücü ve romancıların çoğu  Adam Öykü’den el alarak yola çıkabildiler. Fakat yarattığı tüm bu “ambians”a rağmen Adam Yayınları 2001 ekonomik krizinin altında kalan binlerce Türk şirketinden biri olmaktan kurtulamadı. Bu süre zarfında bir kısmı farklı mecralardan gelerek   ortaya çıkan öykücüler arasında Mahir Öztaş, Mario Levi, Metin Kaçan, Özcan Karabulut, Nalan Barbarosoğlu, Özen Yula, Müge İplikçi, Murat Yalçın, Vecdi Çıracıoğlu, Ayfer Tunç, Mıgırdiç Margosyan , Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Ayşe Kilimci, Selma Fındıklı, şair yanı ağır bassa da Güven Turan; romancı yanı ağır bassa da post-modernlerden İhsan Oktay Anar, çevirmen yanı ağır bassa da Fatih Özgüven,  pek az ürün verse de İzzet Yasar, uzaktan iletişim halinde olsa da Faruk Ulay, uzun bir ayrılığın sonunda edebiyata dönmüş olsa da Celal Hafifbilek, önceki yaş kuşaklarına ait olsalar da geç dönemdeki verimleriyle ilgi derleyen Erhan Bener, Zeyyat Selimoğlu, Yiğit Okur gibi  isimler önemli ve dikkate değerdir. Aynı ekolden gelip 2001 ekonomik ve sosyal krizinden sonra tebaruz eden başarılı öykücüler olan Nihan Taştekin, Sema Kaygusuz, Günhan Kuşkanat, Ayşe Sarısayın, Altay Ömer Erdoğan, İnan Çetin, Faruk Duman, Kadri Öztopçu, Karin Karakaşlı, Behçet Çelik, Jale Sancak, Nemika Tuğcu, Tuna Kiremitçi, Heyzen Ateş,  Münir Göle, Yavuz Ekinci, Jaklin Çelik, Ethem Baran’ı ise henüz yazınsal sergüzeştleri belirgin bir noktaya ermediği için dikkate değer olsalar da bu değerlendirmelerin dışında tutmakta yarar vardır şimdilik. Medya, reklam, tiyatro, akademi (ve hatta tıp)  gibi disiplin dışı yönlerden gelip öyküde buluşan Başar Başarır, Yekta Kopan, Mehmet Günsür, Cem Mumcu, Refik Algan gibi ilginç ve başarılı kalemleri de benzer şekilde, yazınsallıktaki serüvenlerinin istikameti belli olana kadar şimdilik bu değerlendirmelerin dışında tutmak gerekir.

 

2001 yıkımının ardından da havlu atmayan kanonik öykü ekibi önce İmge Öyküler dergisinde toplandı. Bu serüvenin, yayıncısının tasarruflarından dolayı kalıcı olmayacağı kısa sürede anlaşıldı. Kanonik Öykü’nün son temsilcileri bu noktada büyük sermaye yayıncılığının her türlü baştan çıkarıcı, gözalıcı şatafatına rağmen kendi yolunu çizmeyi seçerek kendi küçük yayınevlerini kurdular. Sözcükler ve NotosÖykü birer çılgınlık abidesi olarak piyasaya çıktı.

 

Bugün sadece NotosÖykü ve Sözcükler değil Eşik Cini, Kül gibi başka öykü dergileri de var ülkemizde. Fakat öykümüze sinmiş olan “kanonik sada” öylesine güçlüdür ki bunun dışında bir edebi sadanın varlığını hissetmek çok zordur. Türk öykücülüğünün bütün dergileri ve yazarları sözbirliği etmişçesine bu etik yanı ağır basan “kanonik sada”nın izinden gitmektedir. Peki de edebiyat etik olması gereken bir iş midir? Yoksa bunun çok ötesinde bambaşka bir şey midir?

 

Bakalım!

 

Tüm bu dergilerde yayınlanan öyküleri incelediğimizde genel olarak benzeşik tipolojileri  görürüz. Yazarlar dürüst, şerefli, asla namusundan taviz vermeyen, hayatta hiçbir fikrini değiştirmemiş, dönmemiş, okurunca sevilmeyi düşleyen, toplumun sağduyusu olmayı benimsemiş simalardır. Biraz karamsarlardır ama o da hayatın kendilerine yaptığı haksızlıklardan dolayı... Buna rağmen insanlığı sağaltmak yolundan dönmezler. Bu uğurda yargılanırlarsa eğer o en iyisidir! En büyük onur ve övünme meselesidir bu. Yazarlıktan para kazanamamaktan hep yakınırlar. Sanki birileri kafalarına silah dayayıp zorla yazdırıyormuş gibi hem yazarlar hem ağlarlar. Genelde yabancı dil bilmezler. Öykü ödüllerine meraklıdırlar. Kimisi son zamanlarda reklam yazarlığına girerek birazcık ekonomik rahatlama yolunu seçmiştir. Fakat genelde cepleri deliktir. Toplumsal gidişi hep felaket olarak görürler. Olan bitenden tiksinirler ve edebiyatımıza bakışları Jean-Paul Sartre’ın Bulantı’sındaki  Antoine Roquentin’in Fransız toplumuna bakışı gibidir. Hep bulanırlar. Otoriteden nefret ederler ama kendilerine maaş veren otorite ile pekala geçinebilirler.

 

Kahramanları genelde malihulya halindedir. Dürüstlük bu kahramanlara yaramamıştır ve hayatta kaybetmişlerdir. Ama hayat haksızlıklarla doludur. O yüzden her şeye rağmen yaşamak güzel şeydir be kardeşim. Buğulu küçük burjuva düşleri görülür öykülerinde. Çarşı pazar, anlatılır bol bol. Kötüler, sapıklar, katiller, caniler, madrabazlar, fesatlar, alçaklar, hainler genelde pek konu edilmezler. Herkes düzgün insandır. Düzgün yazarlar düzgün insanları anlatırlar. Öyle güzel anlatırlar ki bir süre sonra baygınlık gelmeye başlar. İnsan ruhunun bazı karanlık ögeleri devreye girerek bir okur olarak beyninizi kemirmeye başlar. Kadınların düzgün ve ahlaklı erkeklerden sıkıldıkları gibi siz de yazarınızdan sıkılmaya başlarsınız. Nasıl her şeyin böyle güzel ve zarif olabileceği beyninizi kemirmeye başlar. Saça döke yazan, hata üstüne hata işleyen, kıran döken yazarları özlersiniz ansızın Marki de Sade gibi, Boris Vian gibi... Sapık katilleri yazan Edgar Allan Poe’yi, batakhaneleri yazan Bukowski’yi, Mississipi’nin yazarı Mark Twain’i, Güney’in Faulkner’ini, Melville’i, Sartre’ı, Hemingway’i  Knut Hamsun’u... Ama bu tür yazarları bizim öykümüzde pek  bulamazsınız. Orospular, yavşaklar, fetbazlar, sapkınlar, insan ruhunun meçhul labirentlerinde yolunu kaybetmiş simalar, ahlaksızlar ve kötüler anlatılmaz bu edebiyatta. Anlatıldığında da doğrudan karalanır, mahkum edilir. Bunun bir insanlık durumu olduğu, hayatın olmazsa olmaz diyalektik bir yansısı olduğu kabullenilmez.

 

Bir zamanlar Serada Aşk,  Seks Aşkı Öper gibi psiko-seksüel öykü kitaplarıyla bilinç altının karanlık dehlizlerine girmeye çalışan Barlas Özarıkça’ya yüz vermemiştir Türk öyküsü. Bilim-kurgu’nun Zühtü Bayar’ına, Müfit Özdeş’ine de... Xasiork Öykü Kulübü’nün karanlık edebiyata dair çalışmaları kadük kalmış, yaratıcıları yazının popüler yollarına sapmışlardır.  Yiğit Değer Bengi, Ferhan Ertürk gibi fantastik yazarları yolu yarıda bırakmışlardır. Taner Ay iltifat görmemiştir. Altay Öktem şiir, inceleme, mizah, romancılık dahil yazının tüm alanlarına birden; herbiri için gerekli olan derinleşme süreçlerini her zaman beklemeksizin  girdiği için Aslında Saçları Siyahtı gibi öyküleri gözden kaçmıştır. Hayalet Gemi’nin kaptanlarından Murat Gülsoy’un gemiyi terkederek akademisyenliğe yönelmesi, roman dünyasında kendine yer araması bu ilginç serüveni de safdışı bırakmıştır. Benzer şekilde, özgün yazınsal deneyler içinde olan “Hepimiz Gogol’un Paltosundan Çıktık”ın yazarı Süreyyya Evren de öyküde sebat etmek yerine başka türlere yönelmiştir.  Kanon dışı atak yapan Davetsiz Misafir de birkaç pırıltılı çıkışın ardından parkuru terketmiştir.

 

Bugün Türk öyküsü kanonik özelliklerinin içine hapsolmuş adeta dış dünyada dönen kötülüklere kendini kapatmıştır. Demonik olanı hayatından çıkarmıştır. Bugün Türk öyküsünde bilim-kurgu, cyberpunk, fantastik, korku, epik,  tarihi, gothic, yeraltı, dekadan, kara öykü türünde ürün verilmemektedir. Edebiyat hep iyi kalplilerin işi, “bir sosyal sorumluluk projesi olarak görülmektedir. O yüzden öykümüz bir parça çocuk edebiyatının nikbinliğini taşımaktadır. Tesadüf bu ya; çocuk kitapları yazarlarının çoğu da kendini öykücü olarak görmektedir. Oysa edebiyat muhaliflerin, çılgınların, sıradışıların ve gerçek yaratıcıların işidir. Hiçbir marj tanımaz ve yıkar geçer. O yüzden kötücül olan asıl ilgi alanıdır. İnsan ruhunun karanlık bölgelerine doğru bizi yolculuğa çıkarmayan öyküler işlerini eksik yapmış sayılmalıdırlar. Türk öyküsü artık kendini yenilemeli ve kanon’undan dolayı sahip olduğu erdemlerini başka türden yaratıcılıklarla ve edebiyatın tözünde olan özelliklerle  taçlandırmalıdır.




"Edebiyatın Buzkıranı: Çizgi Roman..." - Hikmet Temel Akarsu*


Tommiks

Büyük yaz tatili 2005... Güneydeyim. Masal gibi bir küçük otelin minik havuzunun başında bizim ufaklıkların suya girip çıkmalarını, şakalaşmalarını, kudurmalarını izliyorum yan gözle. Hava gölgede 40 derece. Sarı sıcak. Akdenizin derin mavisi ruhumuzu yatıştırıyor. Kitap okuyor ve çocuklara izlenmedikleri güvencesi vermeye çalışıyorum. Aslında tam olarak onları izlediğim de söylenemez... Başka bir görüntüye takılmışım. Onların, sadece arada bir sırılsıklam halde, koşup gelip tabağımdaki patates kızartmalarını aşırmalarına mani olmaya çalışıyorum. Kulağımda yeni nesil bir müzikçalar var. Fedon'un Büyükada'nın mavi görüntüleri arasında

Asteriksbir sürat teknesinde söylediği hoş şarkısı “Nerdesin?”i dinliyor ve bir Türk annesinin havuzun başında çocuğuna yemek yedirişine bakıyorum. Genç
anne havuzun başında bir Tarkan
sandalyeye oturttuğu 8-10 yaşlarındaki oğlunun boynuna berber önlüklerini andıran bir peçete geçirmiş. Bir elinde kaşık, diğer eliyle oğlunun burnunu tutup sıkıyor ve kafasını kaldırıyor diğer elindeki kaşığı yanda duran kaseye daldırıp tepeleme dolduruyor ve burnunu sıktığı oğlanın ağzından içeri yemeği boşaltıp iki eliyle ağzını kapatıyor, kafayı eğiyor. Hooop yemek mideye. Çocuk mutsuz. Perişan. Utanç içinde. Ama teslim olmuş. Belli ki bu konuda verilecek mücadeleyi yıllarca vermiş ve kaybetmiş. Artık bu şekilde yemek yediriliyor. Standart(!?) aile işbaşında.
Beslenmek bir çocuğun gelişimi için önemli. Ama her şey mükemmel olsun diye yürütülen bu gayret hangi ölçütler içinde kabul edilebilir?..
Benzer durum kitaplar için de söz konusu. Kitap okumak yararlı, gerekli ve hatta iyi bir gelecek için zorunlu. Ne yapalım? Öyleyse zorla okutalım! Döve döve! Sevse de sevmese de! Böyle bir şey mümkün mü? Mantıklı mı? Olası mı? “Taaşuk-u Talat ve Fitnat” ya da “Falaka”, “Mai ve Siyah” ya da “Vurun Kahpeye”... Hepsi de değerli eserler kuşkusuz. Okunmalı. Ama bunları bir dayatma olarak sunduğumuzda; çocukların okumaya dair gelişimini bir anda provoke ettiğimizi hiç düşünüyor muyuz? Tenten - Ambardaki KömürKitapların dünyası yavaş yavaş sevilir.

Merdivenlerin birer birer çıkıldığı gibi... Kitapların bizi ne tür bir görkemli hayaller dünyasına taşıyacağını ve ne tür yaratıcı beyinlere ortak edip, esrarengiz seyrüseferlerde, ruhsal ve düşünsel olarak uçuracağını bir kere o dünyaya adım atmadan bilebilmemiz olanaklı değildir. O yüzden önemli olan, bizi o düşler ve mucizeler dünyasına çekecek ilk adımları atabilmektir. Çocukları ve gençleri, kitapların büyülü ve muhteşem dünyasına ilk adımları atmaya ikna edecek, sıkıcılıktan uzak eserlerdir çizgi romanlar. Çocukken bize yasaklanan çizgi romanlar konusunda gösterdiğim itaatsizliğin, beni kitapların dünyasına giden patikalara soktuğunu söylesem yanlış bir şey yapmış olur muyum?

Çizgi romanların her yaş grubuna verecek ayrı şeyleri vardır. Çizgi roman kahramanları çocukların kirlenmemiş dünyasının rafine ikonları olurlar. Onlara gizlice erdem dersi verirler. Gençlerde macera tutkusuna yeni ufuklar açarlar. Büyükleri ise tekdüzelik çarkları arasından çıkmaya teşvik ederler. Çizgi romanların diskuru, draması ve felsefesi asla küçümsenmemelidir. Kimi zaman, çok başarılı yüksek edebiyat eserleri bile onlar kadar etkili olamazlar. Çünkü çizgi romanlar her zaman sempatiktir. Güler yüzlüdür. Dürüsttür. Yaratıcı fikirlerle doludur. Ve daima sıkıcılıktan uzaktır. Çünkü çizgi roman öğüt vermez. O yüzden okuma sevgisinin oluşmasında rahatlıkla buzkıran rolü oynayabilir. Kimi zaman kötücül ya da ahlak dışı temalardan söz ediyor gibi gözükseler de daima optimist bir felsefeleri vardır. Bu yanlarıyla çocukların içten dünyasında taht kurmaları daima daha kolay olur.Red Kid

Mesela vahşi batının kanunsuz dünyasında her türlü kuralsızlık içinde, haklıların adaletini korumak için sonsuz bir mücadeleye kendini adamış yalnız kovboy Red Kit, Batı'nın en hızlı silah çeken silahşorü olsa da, barlarda haydutlarla boğuşup, kanunlara rağmen kanunsuzların peşinde olmadık serüvenlere karışsa da, haksızlığa uğrayıp kimi zaman bizzat kanunun takibatına maruz kalsa da daima nedensiz yere iyiler için mücadele eder. Rin-tin-tin adlı köpeği ve Düldül adlı atı ile konuşan bu yalnız kovboy, hayvanları insanlardan değerli tutsa da, hayatın zorluklarına karşın, her zaman optimist, güler yüzlü, umutvar ve eğlenceli bir dünyadan söz eder.

Red-Kit'i (Lucky Luke) okuyan herkes hayatı daha çok sevecektir. Çünkü Red Kit, bir Batı Efsanesi insanın sorunlu, belalı, kanunların duruma göre uygulandığı, absürd ve gülünç olaylarla dolu bir ülkeyi de sevebileceğini, hatta bunun diğerinden çok daha eğlendirici ve anlamlı bir şey olduğunu anlatır. Bir Red-Kit okuru, İskandinavya'nın varsıllık ve ihtişam içindeki serin ve tekdüze dünyasındansa, Orta Avrupa'nın korku veren ciddiyetindense, İngiliz soğukluğundansa, Avustralya hafifliğindense, yaşamanın en tatlı olduğu yerin Türkiye olduğunu düşünebilir. Gerçekte de Türkiye'de yaşamak Red Kit'in vahşi batısına benzer şekilde absürd, zor, mantık ötesi ve gülünç olabilir; ama her zaman birinci sınıf maceradır. Bu öyle bir maceradır ki, sırlarını yeterince iyi çözerseniz dünyanın her yerinde yenilmez bir adam olursunuz. O yüzden gençleri ailelerine karşı küçük bir sivil itaatsizliğe davet ederek İnkılap Yayınları'ndan yayınlanmakta olan bu harika kovboyun serüvenlerini okumaya ve üzerinde düşünmeye çağırıyorum. O vakit hayata çok daha güleryüzlü ve özgüvenli bakacaklarından eminim.Oburiks

Benzer şekilde çizgi roman klasikleri arasında sağlam bir yer edinmiş Asteriks'i herkese tavsiye ederim. Büyük Yolculuk Remzi Yayınları arasında çıkan Frankofon çizgi romanı Asteriks, imparatorluklar çağında, Roma'nın bir türlü fethedip boyun eğdiremediği Galya'da küçük bir köyde yaşayan bir yurtseverdir. Roma'nın bütün azametine, gücüne ve hırsına rağmen sırf ülke sevgisi, mutlu bir dünyaya duyulan sadakat ve içtenliğin verdiği güç bu yoksul köylüleri yüceltir. Dünyanın en büyük gücüne karşı durabilmelerini sağlar. Her ne kadar Fransız servisleri sayesinde bu harikulade çizgi roman küreselleşme karşıtlığının sembolü edilip siyasileştirildiyse de bu husus ihmal edilebilir. Asteriks'in herkese vereceği muhteşem bir hayal ve neş'e dünyası vardır. Kaybedilmiş nikbin dünyaya beslenen özlem ve hüzünün yanısıra, savunulacak değerleri de gizliden gizliye kulağımıza fısıldar Asteriks. Üstelik bunları hepimizi eğlendirerek vermeyi başarır.Tenten - Ambardaki Kömür

Yine Frankofon'lardan Tenten ve maharetli köpeği Milu'nun İnkılap Yayınları'nca yayınlanan maceralarını bu sayfalardan uzun uzun analiz etmiştik. Orta sınıf değerlere sıkı sıkıya bağlı Tenten, bize toplumla çatışmaya girmeksizin de kahraman olunabileceğini ve serüvenden serüvene koşulabileceğini kanıtlamış iyi yürekli ve soğukkanlı bir Avrupalıdır.

İtalyan çizgi roman geleneğinin “bizim çocukluğumuza” armağan ettiği spagetti-westernler ise şahsen benim kalbimde apayrı bir yer tutar. Bunlar arasında Teksas hepimizin kendini yakın hissedeceği bir Teksas temaya sahiptir. İngiliz işgalindeki Amerika'da direniş savaşını yürüten vatanseverlerin öyküsünü izleriz Teksas çizgi romanında. Süper bilgili Profesör Oklitus ve haşarı çocuk vatansever Rodi ile serüvenden serüvene koşar kahramanımız Çelik Bilek. Direnişin merkezinde yer alan Avukat Colony'nin direktifleri bu kahraman vatanseverleri yönlendirir. Çocukluğumda hiçbir sayısını kaçırmadığım bu çizgi romanın hala yayınlanıyor olması onun artık bir klasik olduğunu kanıtlar. Bu çizgi romanı herkese öneririm. Tarihe Amerikan Devrimi Kaptan Swingolarak geçen bu büyük vatansever direnişini yürütenlerin torunlarının bugün Irak'taki serüvenine bakıp da hüzünlenmemek olası olmasa bile Çelik Bilek daima kalbimizdedir. Benzer temalı eser, Kaptan Swing'i de yıllarca hayran hayran izlemiştim. Onda da Ontario Kurtları adlı vatanseverlerin serüvenleri anlatılıyordu Mister Blöf, Gamlı Baykuş ve Puik adlı köpek eşliğinde.

Tommiks Yine aynı ekolden Tommiks de ikinci göz ağrımdır. Vahşi Batı'da Nevada Ranger'leri arasında başarıları dolayısıyla erken terfi ederek çocuk yaşta Yüzbaşı olmuş Tom Mix her macerada haydutlara dünyayı dar eder. Kulver Kalesi'nin komutanı, yani tüm Rangerler'in bağlı olduğu ita amiri olan Albay'ın kızı Suzi'ye olan utangaç aşkı ise öyküyü iyice uçurur. Tom Mix iyi yürekli ve kahraman bir kanun adamının toyluk dönemine övgüdür. Tüm çocukların özdeşleşebileceği, şahsında kendilerini bulabilecekleri mükemmel bir konsepttir. Her öyküsüyle bize binbir ibret meseli anlatır. Tom Mix'in ekürileri olan alkolik Konyakçı ve gamsız maceraperest Dr. Salloso ise karakterimizin naifliğinin altını çizerek olayı bir ahlak dersine indirgeme tehlikesinden kurtarır bizi.

ZagorSöz konusu ekolün en iyilerinden biri Zagor'dur kuşkusuz. Yine kanunsuz yıllar Amerika'sında geçer öykü. İnsanların kötülük ve alçaklıklarını yadsımış kahramanımız Zagor Tenay medeniyetten uzaklaşarak Darkwood adlı balta girmemiş ormanlarda yaşamayı seçmiş bir erdem savaşçısıdır. Kızılderililerle olan ülfeti onu apayrı, değerli bir yere taşır. Kızılderili-beyaz çekişmesinde kızılderililerin tarafını tutan bir beyaz olarak Zagor her türlü övgüye layık bir kahramandır. Beyaz adam kötülüğü yaygınlaştırırken, pastoral hayata gönlünü vermiş melankolik kişilik Zagor Tenay olağanüstü savaş yetisiyle mazlum kızılderililerin yanında yer alır. Kahramanlara özgü bu tavrıyla bir süre sonra efsaneleşir. Darkwood'da yaşayan herkes onun tanrısal bir kişilik olduğuna inanır ve ona Baltalı İlah adını takar. Ekürisi, İspanyol asılzadesi numaralarına yatan Meksikalı aylak Çiko ne kadar alelade, tembel, lapacı, yalancı, korkak ve beceriksizse Zagor Tenay da bir o kadar tam tersidir. Olaylar Çiko'nun beceriksizlikleri sonucunda hep içinden çıkılmaz bir hale gelse de Zagor Tenay sonunda yapacağını yapar. Ara yerde Çiko'nun sergilediği rezillikler asla karizmayı çizemez. Çünkü Çiko aslında iyi yürekli biridir. Kendine Meksika soylusu süsü veren Çiko; Felipe Kayatonez Lopez Martinez diye başlayan ve bitmek bilmeyen bir isme sahip olduğunu söyler durur ama öykümüzdeki işlevi Baltalı İlah'ın erdemlerine kontrast vererek, onları ortaya çıkarmak ve bizi ağır havadan çıkarıp eğlendirmektir. O yüzden, tüm hatalarına rağmen Çiko'yu çok severiz.

Teks WillerFilozofik kovboyumuz Tex Willer, nam-ı diğer ailesine düşkün bilge silahşor Gecekartalı ise apayrı bir duruşu temsil eder. Blueberry Ağırlık yapar. Uzun repliklerde, kızılderili çadırlarının önünde verdiği diskurlarda, hayatın anlamı üzerinde düşünmeye zorlar bizi. Bir zamanlar Alaska adı ile yayınlanan Ken Parker ise bir gerçekçilik anıtı olarak her zaman ilginç bir kovboy hikayesidir. O da Tex gibi hâlâ yayınlanmakta ve ilgi görmektedir. İnkılap'ın yayınladığı western, Blueberry'yi de bu kategoride sayabiliriz. Bu ekolün eşsiz çizgi romanları arasında yine kanun adamı olan ve ne yazık ki artık yayında olmayan Tom Braks, vahşi doğada hayvanlar arasında yaşayan Zembla, Sihirbaz Mandrake, “Ormanda on kaplan gücünde” lakabı ile maruf maskeli kahramanımız Kızılmaske'yi (Fantom) ve “İmkansızlıklar Detektifi” Martin Mystere, Nathan Never, Dylan Dog gibi hâlâ yayınlanan ve büyük ilgi gören çizgi romanları saymak gerekir. Bizim zamanımızda zevkle okunan Kinova'yı ise ırkçı temaları dolayısıyla kimseciklere tavsiye etmiyorum. Pekos Bill'i de bufaloların akibetinden dolayı, benzer nedenlerle övgüye değer bulmuyorum.

Geçmiş yıllarda yayınlanan ve bugün adı anılmaya değer çizgi romanlardan Savaş'ı, savaşı yücelttiği için övmüyor, militarizmle dalga geçtiği için Mini Ringo'yu tebessümle anıyorum.

Bilimkurgu'nun öncel ve başarılı çizgi romanı Gordon'u övgüye değer

 
  Bugün 3 ziyaretçi (5 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol