Hikmet Temel Akarsu
  AKARSU HAKKINDA ÇIKAN YAZILARDAN...
 

 

 

 

Malazgirt’in şövalyeleri

(17 Haziran 2008 Tarihli Taraf Gazetesinde yayınlandı.)

 
Hikmet Temel Akarsu , Nefti Yayınları’ndan yayımlanan son kitabı Özgürlerin Kaderi’nde Malazgirt Savaşı üzerinden unutulmuş bir savaşçı geleneğini, bahadırların hikâyesini anlatıyor

Kralın paralı askerleri, ya da ordusuna katılmak için kendilerine efendi arayan, savaşmaktan başka bir şey bilmedikleri gibi savaş ganimetleriyle yaşayan kaba saba adamlardı onlar başlangıçta. Yıkanmazlardı ve bu yüzden pistiler, içmeden savaşamazlardı, genelde saray dışında yaşadıklarından görgüsüzdüler, bir soyluluk unvanı için yapmayacakları şey yoktu ve karşılarına çıkan her kadına tecavüz ettiler. Her savaştan sonra savaş yasalarını hiçe saydılar... Ama edebiyat işin içine girdiğinde şövalyeler birden romantik kahramanlar oluverdi. Haklarında  methiyeler düzüldü, kirli saçları altın sarısı gibi parlıyordu sayfalarda. Saraylı kadınların hepsi onlara âşık oluyordu, kraliçe dâhil... Kadınların karşısında eğilirken bile gururlarından taviz vermiyor, kralla yaşadıkları en küçük anlaşmazlığın ardından tüm serveti ve rahat yaşamı terk ederek yollara düşebiliyorlardı...  Şövalyeleri savaşçı olmaktan çıkarıp romantik bir kahraman yapan romanlar birçok okuru, hatta yazarı etkiledi, en çok etkilediği insan elbette ki La Manchalı asilzade Don Quijote... O bu romanlar yüzünden bir gezgin şövalye olmaya karar verip rahat yuvasını terk ederek İspanya’nın kırlarında macera aramaya başladı. Bu romanlardan etkilenen başka biri, yazar Hikmet Temel Akarsu ise şövalye romanlarının kendinde yarattığı etkiyle bu topraklarda şövalye geleneği yaşanmamış olsa bile, Nefti Yayınları’ndan yayımlanan son kitabı Özgürlerin Kaderi’nde Malazgirt Savaşı üzerinden unutulmuş bir savaşçı geleneğini, bahadırların hikâyesini anlatıyor ve kitabın ilk çıkış fikrini şöyle özetliyor:
“Şövalyeliğin yerine bahadırlık müessesesini anlatımın kavramsallığına monte ettim ve aynı şövalye romanlarındaki gibi herkesin iyi kalpli ve yüce duygularla dolu olduğu tarihsel bir süblimasyona giriştim. Herkesin şu ya da bu şekilde âşinâ olduğu bir tarihsel olayla devreye girerek okurun hikâyeye ortak çıkmasını istedim, hep yeni türleri ve tarzları denemekti amacım. Üstelik bu tarz Kuzey Avrupa mahreçli ‘rock türevi’ müziklerin en önemli ilham kaynağıdır. Epic Metal, Power Metal, Gothic gibi rock türevi müzikler son zamanlarda gitgide daha çok bu şövalye söylencelerine dayandırılarak yapılıyor. Müzik de bu alana gidiyor. Neden bizde de olamasın?”
Özgürlerin Kaderi yayınlanmasının ardından kısa bir zaman geçmiş olsa da, edebiyat dünyamızda yeni bir polemik başlattı. Bir iki yerde kitabın kaba bir milliyetçilikle yazıldığı ve çok satan bir türü kullanarak yazarın ucuz bir popülizm yaptığı söylendi. Hikmet Temel Akarsu bu polemiklere çok katılmasa da şunları söyledi ortada dönen söylentiler için:
“Vallahi ben ülkemizde insanların nasıl kitap okuduğunu merak ediyorum. Sanıyorum önyargılar çok etkili oluyor. Eğer bir roman Türklerin tarihinden bahsediyorsa, konu Malazgirt Meydan Savaşı ise işin içinde Sultan Alparslan varsa herhalde ‘faşist‘ bazı imâları vardır yazarın diye düşünülüyor. Bu çok hazin. Benim bildiğim ‘kaba milliyetçilik’, bir ırkın başka ırklar üzerine tahakküm kurması esasına dayalı bir anlayıştır. Benim romanımda ise Türkler, sağcı retoriğin tam tersine özgürlük, kardeşlik, paylaşma, dayanışma uğruna savaşıyorlar ve doğayla uyum içinde yaşıyorlar. Yani bildik retoriği tersine çeviriyorum. Ülkemin ve toplumumun, insanlık ailesinin en yüce erdemlerinin sahibi gibi davranması gerektiğini vermeye çalışıyorum. Üstelik bunları edebiyat sanatları ile vermeye çalışırken dünyanın en önemli Türkologlarından biri olan Jean-Paul Roux’un tezleri üzerinden hareket ediyorum. Jean-Paul Roux’a göre Türkler tarihteki en eski ‘Özgürlükçü Paylaşımcı’ topluluktur. ‘Özgürlükçü Paylaşımcılık’ın anlamını sanırım herkes biliyor. Jean-Paul Roux bozkır kavimlerinde bu tarzın genelde geçerli olduğunu kanıtlıyor. İsteyen eserlerini alıp okuyabilir. Türkçe’ye çevrildiler. Bu kavmin başarısını ve hayatta kalmasını, özgürlük, eşitlik, doğayla uyum gibi yaşam anlayışlarına; kast tabakalarının, sınıfların olmamasına bağlıyor. Yani bir nevi ütopik sosyalizm. Üstelik benim romanımın kahramanları ‘bütün insanlık eşit ve kardeş olmadıkça, herkes bizden, biz herkesten olmadıkça, dünyada tek bir köle bile var oldukça bize rahat yok’ diyebiliyor. Sınıfsız toplumun yüceltilmesidir söz konusu olan. Şimdi tüm bunları anlatmaya çalışan bir romana bu ithamları yapmak, okuduğunu anlamamaktan başka bir şey olabilir mi?”
Hikmet Temel Akarsu çeşitli türlerde, çok çeşitli kitaplar yazmış bir yazar, hatta hiç ara vermeden devam ediyor yazmaya. Yazarın müptelâlarına hemen haberi verelim şu sıralar Birinci Haçlı Seferi’ni eksen alarak Batı ile Doğu arasındaki kadim çekişmeyi bir barış ve empati öyküsüne dönüştürme niteliğinde bir devam romanı yazma tasarımı içinde. Ne zaman yayınlanır ve okura olaşır bilinmez elbette, ama yazmakla arasındaki ilişkiyi düşünürseniz çok sürmeyeceği de ortada:
“Edebiyatla ilişkim, top oynarken, acıkmak ve eve gitmek dâhil her şeyi unutan bir çocuğun ruh halinden farklı değil. Dolayısıyla oynamakta olduğum en son oyun o an bana her şeyi unutturan şeydir. Özgürlerin Kaderi yazım serüveni içinde beni çok mutlu etti. Bizim bahadırları, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nde olduğu gibi, Üç Silahşorler’de olduğu gibi, Monte Cristo Kontu’nda olduğu gibi, Jeanne D’arc söylencelerinde olduğu gibi coşkun bir epik ruh ile anlatmak bana çok iyi geldi. Şimdi hızımı almadım bunu çizgi roman yapmak için bir çizer arkadaşla senaryo vs. üzerinde çalışıyorum. ‘Epic Metal’ tarz bir konsept albüm yapmak için de bazı müzisyenlerle görüşüyoruz.”

 



Bir İstanbul Yazarının Yitirilmiş Hulyaları –

    “DEKADANS GECELERİ” 

 

 

Emre Karacaoğlu

emrekaracaoglu@hotmail.com

http://www.myspace.com/emrekaracaoglu

 

 

 (Cumhuriyet-Kitap’ın 15 Mayıs 2008 Tarihli nüshasında yayınlandı.)

 

İllüzyonlar otağı İstanbul’un karanlık gecelerinde içki ve tütün gibi, likit ve duman halinde sunulan sahte dostlardan başka bir şey insanı teselli edemez.

 
Gibi cümlelerini okuduğunuz zaman belleğinizde tanıdık tatlar uyandıran bir yazar, Hikmet Temel Akarsu. Okuyucularının ortak bilincine, geçmişine ulaşmayı her zaman becerebilen, dürüstlüğünde (hatta çıplaklığında) asla ihanet etmeyen ender Türk yazarlarından birisi. Varlık Yayınları’ndan şubat ayı içinde çıkan yeni öykü kitabı “Dekadans Geceleri”nde bu saydığım özellikleri bir adım daha ileri götürüyor: çıplaklıktan daha da öteye gidip tüm kalbini, geçmişini ve hissiyatını okuyucusunun önüne seriyor.

 

Akarsu’nun üslubunu;  dile ve kelimelere hakimiyetini, onu “İstanbul Dörtlüsü”nden beri takip edenler bilirler. Ama onu okuruyla asıl bağdaştıran, satır aralarını yakalamamızı asıl sağlayan şey yukarıda bahsettiğimiz dürüstlüğü. Poz keserek yazan yazarların aksine, Akarsu’nun eserlerinde aklınızdan, içinizden geçenleri bulursunuz. Dikkat ediniz: “Züğürt şairlerin artık içine sızamadığı azametli Nevizade meyhanelerinin yanında yöresinde, kavanozu dışından yalamak adına üniversiteli birahanelerine sığındık,” cümlesi, örneğin, çarpıcılığını sırf benzetmenin ardındaki keskin zeka izinden değil, utanmadan, sıkılmadan okuyucusuna kalbini açan yazarın samimiyetinden almaktadır. 

 

Yazarın, “Dekadans Geceleri”ndeki öykülerinde iyice belirginleşen bir diğer yanı da politikliği ve sosyal eleştirileri. Geçmiş öykü ve romanlarında da hiçbir zaman eksik olmasa da bu kitapta bu temalar “Kayıp Kuşak” dönemini çağrıştıracak derecede ön plana çıkmış. Yurtdışı gezilerine de yer verdiği öykülerinde yabancı ülkelerin politik hayatları da eleştirilerden nasibini alıyor. Örneğim “Westend Girls”de:

 

Turist kuşamlı sarışın İngiliz kızları Westend Girls’e uyum sağlamak için kafa sallayıp ritm tuttukça Romenler’in içleri gidiyordu. Yıllardan 1986’ydı... Yenilmişlik ve yitirmişlik, çöküntü ve depresyon; hepsi de üniformalar giymiş Romenler’in yüzünden akıyordu. Acınacak bakışlarla bizi kafeteryaya kadar izlediler. Sonra da sessiz, suskun, loş, kuş uçmaz kervan geçmez, sapa havalimanında bakışlarını dikip bize bakmaya başladılar.

 

Ya da aynı öyküde kendi ülkesine de yer verdiği paragraftaki olduğu gibi:

 

Ben, Batı blokunun, İngilizler gibi, ‘özgür ve aşmış’(!) bir üyesi değildim ki! Ben tesadüfen İngilizler arasına düşmüş; ama aslında Romenler’inkine benzer bir mağlubiyet ve mahrumiyeti yaşayan, istikbali belirsiz bir ülkenin, ne yapacağını bilemeyen, başarısız bir muhalifiydim... İngilizler’in utku ve övüncünü paylaşmam için hiçbir neden yoktu.

 

İşte böyledir, Akarsu öyküleri. Bir hikaye anlatırken bir paragrafta her ülke, her kişi hicivden nasibini alabilir ansızın.

 

Akarsu’nun yeni kitabı “Dekadans Geceleri üç kısımdan oluşuyor. İlk kısımdaki öykülerde, zaman zaman Arthur Miller’ın şiirselliğini, yönetmen Ömer Kavur’un ve David Lynch’in psikolojik çıkmazlarını/bunalımını ve yazar/çizer Frank Miller’ın “Sin City” karanlığını buluyoruz. Arthur Miller tarzı gece ve sokak tasvirleri, Ömer Kavur ve David Lynch’i hatırlatan düşünceler (“Nereden gelir, nereye gider bu kalabalık? Nereden çıkar bunca insan?”) ve Frank Miller tadında yadsınamaz, edebi değeri yüksek kaybetmişlik anları. (“İçkiye sokuyorum beynimi. Bir daha çıkarmamak istercesine. Baş döndüren Gauloisas’larım azalmakta. Alarm veriyorum.”) Yazarın, eski öykülerine nazaran daha da cesur adımlar attığı bu kısımdaki tonu, bilindik Akarsu tonu. Ama edebi ağırlığı bu sefer biraz daha fazla ve tatmin edici.

 

            Akarsu, ikinci kısımda da bir önceki kitabı “Babalar ve Kızları”ndaki “Kirli Yolda” kısa romanının izinden giderek, mizahçı ve hicivci yönüyle bir kısa roman daha ortaya çıkarmış. Konu, bu sefer, “Mister Rest” isimli arkadaşının Eskişehir’deki barının açılışına gittiğinde, yolda ve sonrasında başına gelenler... Kendi kuşağıyla (X) benim kuşağımın (Z) çatışmasını ince espri ve eleştirilerle betimlediği bu kısım, kara mizah ve kinaye tutkunlarına çok şey verecek. Trende tanıştığı üniversiteli gençlerin paraları olmadığını düşünüp onlara çerezini uzatan iyi niyetli Akarsu’nun, çocukların biftek sipariş etmesiyle yaşadığı şaşkınlık ve daha birçok komik olay, kitabın bu kısmını son derece keyifli kılıyor.

 

            Kitabın üçüncü kısmının ismi, bir yandan bu bölümü güzel bir şekilde özetlerken, öbür yandan bahsi geçen konuların da geniş yelpazesini aktarıyor: “Yitirilmiş Hulyalar.” Yazar, Metin Kaçan’a adanmış bir denemesinde Dolapdere’deki mimari değişimi eleştirirken bir başka öyküsünde kendi geçmişine ait, nasıl yazar olduğuna dair ipuçları veren bir anısını  paylaşıyor. Ama asıl bu kısımda, yazarın gerçek bir İstanbul aşığı, bir İstanbul yazarı olduğunu hatırlıyoruz. İstanbul’u anlatışındaki naifliği ve inceliği; gösterdiği özen, onu geçmişteki önemli İstanbul yazar ve şairleriyle aynı hizaya koyuyor:

 

            Köprüaltı’ndan batan güneşi izlemek, yanan bir uygarlığın son demlerini görmek gibiydi.  Yüzyılların yorgunu bir köprünün çağa ayak uydurmuş metal ekipmanı arasından denize baktığınızda güneş ışıklarının tan rengine boyamaya çalıştığı Haliç’in sularını görürdünüz... Gördüğünüz rengin büyüsünden uyanıp yavaş yavaş başınızı kaldırdığınızda, Süleymaniye’nin üzerinden batmakta olan güneşin geride bıraktığı tarihi kentin görkemi ile yüz yüze gelirdiniz. Sönük kilise çanlarını bastıran yüzlerce minareden yükselen ezan sesleri ve martıların kanat çırpışları arasında gözünüz Haliç’in derinliklerine doğru kayardı.

 

Galata Köprüsü üzerinde balık tutan sayısız bezgin kentli, yitik hayallerini sudan

çıkarmak istercesine karamsarlıkla dolu olurdu. Bu mutsuz, derin bakışlar bugün hala

aynı şekildedir... Buna rağmen boşa çıkan her beyhude çırpınışın ardından Galata

Köprüaltı’na gidip oradaki köhne meyhanelerde teselli aramak isterdi genç umutsuzlar.

 

            Sağlam, sadık ve kemik bir okur kitlesine sahip olan bir yazar; Akarsu. Onu “İstanbul Dörtlüsü” ile tanımış ve 90’lardan beri peşini bırakmamış olan okurları biz daha bu yazıyı yazmadan kitabı edinmişlerdir bile.

 

Akarsu edebiyatına bu kitapla başlamayı düşünenler içinse oldukça güzel bir başlangıç noktası olacağına eminiz. Hayatında ve yazınında olgunluk dönemine giren yazarın zamanla iyice rafine hale gelen cümleleri edebiyat tutkunlarını son derecede tatmin edecektir.

 

“Dekadans Geceleri” - Hikmet Temel Akarsu - Varlık Yayınları - Öykü

 



Dekadans Geceleri

 

(Röportaj)

 

Hazırlayan: Ömer Kumsal

 

 Varlık Dergisi’nin Nisan 2008 Tarihli Nüshasında Yayınlandı.

 

 

*2005 yılında Babalar ve Kızları ile Güzelçamlı’nın Kayıp Panteri adlı iki öykü kitabı yayımladınız. Ama sizi daha çok Kayıp Kuşak, İstanbul Dörtlüsü ve Ölümsüz Antikite adlarını taşıyan roman dizilerinizle tanıyoruz. Dekadans Geceleri’ndeki öyküleri düşünsel anlamda nasıl bir süreçte kaleme aldınız ve bu öyküleri bir cilt içinde toplarken neleri göz önünde bulundurdunuz?

 
Dekadans Geceleri, Babalar ve Kızları adlı öykü kitabımın bittiği noktadan başlayarak birikmiş öykülerin tematik bütünlüğü olanlarının toplamıdır. Bir kısmı Yüxexes adlı Rock dergisinde yayınlanmış, yayınlandığı dönemde marjinal çevrelerde geniş yankı bulmuştur. Belki hatırlarsınız, 2005’de yayınlanan Babalar ve Kızları adlı öykü kitabım da, alt başlık olarak “Rock’n Roll Öyküleri” ibaresini taşıyordu. Bunlar yaşadığımız buhranlı, krizli, gergin, çatışmalı ve bir o kadar da depresif yılların dökümünün öyküleridir. O anlamda, dünyada muhalefetin her türlüsünün sindirilip, yok edilip, anlamsızlaştırılıp, içeriğinden boşaltıldığı yıllar boyunca bir muhalif his olarak beliren, alternatif gençliğin karşı çıkışını yansıtan Rock temalarından duygu çalmışlardır. Hemen tamamında içtenlik, dürüstlük, sertlik, karşı olma, damardan olma ve yadsıyıcılık vardır. Bu öyküleri Dekadans Geceleri adı altında toplamak da büyük oranda günümüzde yaşadığımız dekadansın edebiyatın kayıtlarına geçirilmesi adına yapılmış bir hamledir. Hepimizin bildiğimiz, gördüğümüz, iliklerimize kadar hissettiğimiz ve sonuçlarına katlandığımız ve cebelleştiğimiz dekadans artık her yerde... Sosyal hayatta, insan ilişkilerinde, ekonomide, ekolojide, iç dünyalarda ve en son olarak bir başınalığın ve simsiyahın dibinin dibi gecelerde... Dekadans Geceleri’nde... En rafine, en alkole batmış, en tükenmiş, en pesimist haliyle... İşte bunların dökümü Dekadans Geceleri.

 

*Dekadans Geceleri’nde “ben” sesinin samimiyetiyle, birer anı havasında kaleme alınmış öyküler yer alıyor. Yer yer nostaljinin duygusunun ağır bastığı söylenebilir, ama geçmişe özlemden çok, geçmişle bugünün eleştirel bir karşılaştırması söz konusu.

 
Edebiyat, kurgu (fiction) havasını çok fazla yansıtıp ana kaygısı haline getirdiği anda bitmiş demektir. Orada artık edebiyat yoktur. Başka bir oyun vardır. Bir eğlence, bir pazar, bir şov vardır. Gerçek edebiyat damardan bir şeydir. Şakaya gelmez. Acıtacak kadar sahicidir. Kurgu olduğu anda bile imalarıyla yaralara tuz basar. Benim edebiyatımda samimiyet daima en ön plandadır. Dahası çıplaklık. Gerçek edebiyatta yazar okuyucuya en yalın haliyle açılır. İşin şaka kaldırır bir yanı yoktur. Benim öykülerimde bu samimiyet seziliyorsa eğer dilediğim gibi olmuş demektir. Dekadans Geceleri ise, bu bağlam içerisinde apayrı bir panaromik gözleyiciliği yansıtmaktadır. Yaşadığımız son çeyrek yüzyıl hakikaten canımıza okundu.  Yaşamını siper savaşlarında tüketmiş 20. Yüzyıl’ın ilk çeyreğindeki insanlardan bile daha ağır hayatlar yaşadık. Onlar bir hiç uğruna savaşıyorlar, savaşmaya mecbur halde rehin tutuluyorlardı. Biz ise hem adını ve anlamını bilemediğimiz bir boğazlaşma içinde hemen herkesle ve dünyayla ve doğayla ve kendimizle savaş halindeyken bir de attığımız her adımda apayrı bir aşağılanma yaşıyorduk. Bunu eleştirmek hafif kalır. Bu çektiğimiz acıları itinayla edebiyatın kayıtlarına geçirmek boynumuzun borcuydu. Bunu zevkle yaptım. Bizi öldüren, süründüren ve aşağılayan hayatı gelecek kuşaklara şikayet etmek adına bunu tutkuyla yaptım. Hiçbir şeyden daha fazla zevk almadım. 

 

*Kitabınızın ikinci bölümünün adı “Z Kuşağı”. Bu kuşağın belirleyici özellikleri sizce neler?


X-Y-Z Kuşakları... Birincisi yani X Kuşağı benim kuşağım. 1955-1965 yılları arasında doğmuş. Sosyal çatışmalar, kentleşmenin getirdiği altüst oluşlar, nüfus patlaması ile beraber gelişen sınıf çekişmeleri ve siyasi mücadeleler arasında oradan oraya savrulmuş, her yerde itilip kakılmış, bir türlü tutunamamış, girdiği her ortamda günah keçisi olmuş değişmez mağlupların kuşağıdır. Bir diğer adı da Kayıp Kuşak’tır. Daha sonra gelen Y Kuşağı ise “Neden? Bunca kötülük ve saçmalık neden?” diye soran, içine kapanık, teknoloji müptelası, muhalefet duygusunu yitirmiş, uysal, iç yıkım sevdalısı, melankolik 90’lar kuşağıdır. Sıfır yani Zero yılında “vizyon”a giren Z Kuşağı ise bambaşka özellikler taşıyor. Aslında kitabımın adını Z Kuşağı koymayı uzun uzun düşündüm. İlk başta öyleydi. Daha sonra fazla medyatik bir isim olacağı, piyasaya oynanmış imajı vereceği için vazgeçtim. Ama kitabımda özellikle ikinci bölümdeki “kısa roman-uzun öykü” tamamen Z Kuşağı’nı anlatmaktadır ve o kuşağa armağan edilmiştir. Z Kuşağı akılcı ve uzlaşmacıdır. Kaybedeceğini bildiği kavgaya biz X Kuşağı’nın salakları gibi girmez. Yeri geldiğinde geri adım atar, uygun ittifakları kurup günü geldiğinde saldırıya geçer. Pragmatist ve realistlerdir. Olmayacak hayaller kurmazlar. İyimser, neşeli, teknolojiye hakim bir kuşaktır. Ama Y Kuşağı gibi teknoloji tapınmaları yoktur. Toplumla çatışmaya değil, karşılık menfaate dayalı ilişki kurmuşlardır ve her ortamda işlerini yoluna koymakta üzerlerine yoktur. O yüzden mağlup olsalar da safdışı kalmazlar, yere yıkılsalar da ayağa kalkmayı ve hiçbir şey olmamış gibi kavgaya devam etmeyi bilirler. Bence umut verecek pekçok özellikleri olan bir kuşak. Hikaye etmeye değer bir kuşak. Artık umudumuz onlarda.

 

*“Z Kuşağı” konu olarak birbirini takip eden üç öyküden oluşuyor. Tüm doğruculuğuna rağmen, hatalarıyla, çelişkileriyle çizilen bir yazar karakterinin İstanbul’dan Eskişehir’e yolculuğu ve beraberindeki gelişmeler anlatılıyor. Burada, yazar ile büyük çoğunluğun eleştirdiği karakterdeki gençler arasındaki ilişki benim dikkatimi çekti. Siz de bir yazar olarak hep gençlere yakın durdunuz. Gençler üzerine görüşünüz, gençlerle ilişkiniz…  

 Kitabın “Bozkır Uygarlığına Seyahat” adlı Z Kuşağı’nı anlattığım bölümü aslında genç kuşakla, yani şimdiki Z Kuşağı ile aramızda olan hayranlık ve öfkeye, sevgi ve çekişmeye, bağlılık ve didişmeye dayalı özünde tutkun, vurgun ilişkinin kısa romanıdır. Eskişehir’in dekorları bunu pek güzel betimler. Orada inanılmaz dirimsel bir üniversite kenti var ve fıkır fıkır kaynıyor. Gece hayatı son derecede renkli. Kahramanlarımız da zaten ününü duydukları Eskişehir’in gece hayatını yaşamaya giden gençler. Orada bazı tesadüflerin sonucunda,  orta yaşlı yazarla bir gece dekadansın dibine vuruyorlar. Ben o gençlerin yani Z Kuşağı’nın harika bir kuşak olduğunu düşünüyorum ve öyküm onlara hayranlığımı –sanırım- yansıtıyor. Zaten her zaman bir toplumun nabzının gençlikte attığını düşünmüşümdür. Bir yazar 16-26 yaş grubu arasında neler döndüğünü kavrayamıyorsa yazarlığı bitmiştir bence. Bütün yapıtlarımda bu gerçeği kabullenmiş olarak davrandım. O yüzden avangard gençlik ve yaşam alanları çok zaman benim edebiyat platolarım olmuştur. Şimdi de Z Kuşağı ile pek sevişiyoruz. Aralarında çok sağlam dostlarım var. 19-20 yaşlarındalar ama değme akranımdan daha bilge ve becerikliler.

 

 *Bu ikinci bölümdeki “Bozkır Uygarlığına Seyahat I, II, III” alt başlıklarını taşıyan öykülerdeki yazar karakterinin mahlası ile sizin bir dönem yazılarınızda kullandığınız Marquis d’Istambulin mahlasının aynı olmasına bakarak, kahramanınızla aranızda bir özdeşlik kurduğunuzdan söz edebilir miyiz?


Evet. Bu özellikle yapılmış bir şeydir. Öykünün yazar kahramanının ben olabileceğim olasılığı okura hissettirilmiştir. Bu, sahicilik duygusunu ateşlemek, oradaki hislerin benim kişisel hislerimi de yansıttığını belirtmek için yapılmıştır. Zaten o öyküde, tıpkı diğerleri gibi, birazcık yaşanmışlık da vardır.

 

*Sokağın, altkültürün gerçeğini içeriden bir bakışla metinlerinize taşıyorsunuz. Böylelikle egemen kültür ve onun edebiyattaki yansıması diyebileceğimiz ana akım ile bir çatışmaya giriyorsunuz. Ama hicivci yanınız burada iki yönlü olarak kendini gösteriyor: egemen kültür kadar, altkültürü de eleştiriyorsunuz.


Kültür bir bütündür. Alt kültür olmadan üst kültür de olamaz. Gerçek edebiyatın beslenme alanı ise daha ziyade alt kültürdür. Çünkü marjinal olan, muhalif olan, sıradışı olan, heyecanlara ve çelişkilere açık olan oradadır. Anlatmaya değer insanlık durumları, olaylar, çatışmalar orada olur. O yüzden alt kültüre uzak olanların yaptığı edebiyat genelde yavan olur. Sıkıcı, resmi edebiyat gibi bir şey olur. Ben her zaman alt kültürün yakınında, yöresinde, içinde oldum. Ama ona tapınma ve taraftarlık noktasında hiç olmadım. Kimi zaman alt kültürün de karşısında oldum, orada olanlardan da tiksindim, oradaki bazı kötülüklerle de uzlaşmaz çatışmalara düştüm. Alt kültürü belki üst kültürden çok daha acımasız eleştirdim. Çünkü gerçek hikayenin orada döndüğünü biliyordum. Alt kültürdeki yozlaşma bambaşka bir dekadansdır. Gerçek felaket odur. Belki söyleyeceklerim biraz garip gelecek ama; alt kültürün de bir raconu var. Onu “dejenere”(?) edenlere tahammül etmek mümkün değildir. Daha da kötüsü alt kültürü bir edebiyat metası haline getirip buradan rant elde etmeye niyet eden bazı edebiyatçıların türemesidir. Bu en korkuncudur işte. Olayın tüm ruhuna ve doğallığına aykırıdır. Türkiyemiz garip bir yerdir. “Underground” edebiyat yaptığını iddia eden şahsiyetlerin büyük çoğunluğu reklamcılık sektöründendir! Kimisinin kitaplarını bankalar, holdingler çıkarır.  Toplumun en üst tabakasında yer alırlar. Saygın(?) işlerde çalışırlar. Nasıl ama? Tam bize özgü bir absürd değil mi? İşte ben tüm bu saçmalıkların dışına kendimi atmayı ilke edinmiş bir şekilde oradayım.  Tarafsız ve önyargısız olarak. Bir alt kültür figürü ya da kahramanı değilim. “Underground” yazar değilim. Sade ve nesnel bir edebiyatçı olarak bu emsalsiz, varsıl edebiyat platosunda özgürce geziniyorum.

 

*Öykülerinizdeki diyaloglarda gündelik dili tüm kıvraklığıyla kullanıyorsunuz. Bu elbette argoyu da beraberinde getiriyor.


Edebiyatta olayın ruhunu vermek için dilde iskontosuz davranmak mecburiyeti vardır. Aksi taktirde eseriniz yapay olur. Çok şükür ki ülkemizde bu alanda çok ciddi gelişmeler var. Artık edebiyatta küfürler, belden aşağı tabirler, argo, karakterlerin ruhsal bozukluklarını betimlemede kullanılan sapkın jargonlar filan rahatça kullanılıyor. Bu konuda Amerikan edebiyatının bazı öncü yazarlarından (Philip Roth, Bret Easton Ellis, Chuck Palahniuk vs.) çok şey öğrendik. Doğrusu Dekadans Geceleri’ni saygıdeğer Filiz Hanım’a sunarken bir parça çekiniyordum. Dosyayı kafama atacak, beni de kovacak ve bir daha Varlık’tan içeri giremeyeceğim diye korkuyordum... Fakat tepkisi çok farklıydı. Daha sonra anladım ki kendisi de avangard edebiyatı çok iyi takip ediyor. Roth’ları, Ellis’leri filan hepimizden önce okumuş. Varlık gibi klasikleşmiş bir ekolde böylesi gelişkin, avangard bir edebiyat bilinci ile karşılaşmak benim için sürprizdi doğrusu.

 

*Hemen her öykünüz, diğer kitaplarınızda da olduğu gibi, rock müziğiyle ilişki kuruyor. Rock kültürünün düşünce dünyanız üzerindeki etkisini de konuşalım istiyorum.

Özellikle ideolojilerin yıkıldığının ilan edildiği dönemlerin ardından (–ki ben bunu kabul etmiyorum, sadece muhalefetin kayıtsız şartsız teslim alındığı dönem diyorum buna-) muhalif duyguların ifade edilişi ya da muhalefetin tezahür edişi başka gömlekler altında olmaya başladı. Örneğin balina avcısı Japon gemicilerine savaş açıp, plastik botla balıkçı gemilerine saldırıp ona boya püskürten genç aslında kıstırılmış, gerçel muhalefetin yasak olduğu bir dünyada başka içsel dürtülerle başka bir şey yaparak muhalif duygularını yansıtıyor. Karşı çıkışını ortaya koyuyor. Örnekler çoğaltılabilir. Farklı yaşam tarzlarını benimsemek, dinsel yönelimler vs. Rock sadece bir müzik türü değildir. Siyasetlerüstü bir duruş, bir yaşam felsefesidir. Özellikle 90’lardan sonraki post-modern tek kutuplu dünyadaki dezenformasyon döneminde, dürüstlüğü ve kavrayışlılığı ile muhalif çığlıkların en iyi yankı bulduğu alan olarak öne çıkmıştır. İtiraz eden, karşı çıkan, sahtekarlıklara teslim olmayan, adaletsizliğe isyan eden ve kapitatalist neo-liberal politikalardan tiksindiğini her ortamda açığa vuran bir kültürel payda olmuştur. O yüzden rock kültürü ile muhalif bir sanat olan edebiyatın buluşmaları hatta büyük bir aşk yaşamaları ve “evlenmeleri” kaçınılmazdı. 

 

*Kitabın “Harman Yeri Adaleti” adlı son öyküsü bir tür mesel. Ayrıca “Nasıl yazar oldum?” alt başlığıyla birlikte düşünüldüğünde simgesel bir özellik kazanıyor.

Evet. Oradaki mesel aslında dünyamızdaki bütün sorunları temelden çözebilecek bir algıya işaret eder. Benim en çok sevdiğim edebiyat alanlarından biri olan naif çocukluk öyküleri gibi kaleme alınmıştır. Dikkatli okunmadığında derin felsefi mesajı anlaşılmayabilir. Bunu farketmeniz beni çok sevindirdi. Ben iyi bir yazarın bütün insanlığın sorumluluğunu omuzlarında hissetmesi gerektiğini düşünürüm. Bu öykü, bu alandaki hislerimin doruğa çıktığı ve neden yazar olduğum bir yana, neden yazarlıkta devam ettiğimin de yanıtını vermeye çabalayan bir öykü. Çok severek ve hissederek yazdım onu. Zaten çocukluğumuz öyle geçerdi bizim. Bilge büyüklerimiz bize hep erdem dersleri verirlerdi. Günümüzün kötücül dünyasında onları anımsayarak ayakta durmaya çalışıyoruz.

 

*Dekadans Geceleri’nin karamsarlığının haklı gerekçeleri olduğu muhakkak. Ama okurlarınıza bir umut ışığı yakmadığınız da söylenemez. Son olarak hem edebiyatın geleceği, hem de yaşadığımız çağ açısından umut ve umutsuzluk üzerine neler söylemek istersiniz?

 
Hiç umut yok” diye düşünsem tek bir sözcük bile yazmam. Tabii ki de durum kötü, daha da kötüye gidiyor ve büyük acılar çekiyoruz. Ama umut var ve her zaman varolacak. Umut ettiğimiz için yazmaya devam ediyoruz. Yazmaya devam ettiğimiz için de becereceğiz, bunu da aşacağız.  Umudun bittiği yer, yazının bittiği yerdir; edebiyatın bittiği yerdir. Sanırım her yeri geçseler de; buradan “geçemeyecekler!” Edebiyat kadim zamanlardan bu yana, ta en başından beri olduğu gibi tüm azametiyle hep en yukarıda olacak ve nihai ahkamı belirleyecek! Onun için buradayız. Edebiyattayız. Geçemeyecekleri yerdeyiz. İnsanlığın büyük yürüyüşünü izlemenin en heyecan verici olduğu yerdeyiz. Burada olmak büyük zevk. Kitabımdaki rock öykülerinde olduğu gibi, çok bildik ve dokunaklı bir lirikle bitirebilir miyim: “Wish you were here...”(*)

 
(*) Keşke burada olsaydın.


ein Bild

Kırılgan ruhların gri şarkısı

Kırılgan ruhların gri şarkısı

Hikmet Temel Akarsu, Neredeyse bütün erdemlerin kapılarını bir daha aralıyor, kuşkulu bakışların tedirginliği altında insanlığını sorguluyor, yaldızlarla süslü hayatların balonlarını patlatıyor

22/02/2008 (20 defa okundu)

HASAN UYGUN (E-mektup | Arşivi)

(Radikal  Kİtap -  22 Şubat 2008)

Büyük hayaller, büyük altüst oluşlar yaşadık. Üzüldük, kırıldık, çiğnendik, kabuğumuza çekildik. Bizi anlamadıkları yere gözyaşlarımızla birlikte umutlarımızı gömdük. Geri çekildikçe içimize kapandık, kapandıkça kapana kısıldık; yalnızlaştık. Oysa ne de kolay inanmıştık, 20. yüzyılın iletişim çağı olacağına. Berlin Duvarı'nı yıkmış, Çavuşesku'yu alaşağı etmiş, sınırları kaldırmış, uzun zamandır birbirine hasret, iki uzak akraba gibi kucaklaşmıştık bir an için sahte bir duyguyla; artık ideolojilerin bittiğini ilan ederek.
Küreselleşen yeni dünya düzeninin gündemimize dahil edildiği 2000'li yıllara girerken, 1900'lü yıllardan beri taşıdığımız bütün erdemleri de terk ettik. İdeolojilerin bittiği yerde, her şey ticarete havale edildi. Hepimiz bir şeyi satmanın telaşına düştük. Ve gelişen iletişim imkânları sayesinde oldukça kalabalık, büyük bir dünyada herkesle bu kadar yakın olduğumuzu düşünürken, içsel mesafelerin uçurumlara dönüştüğünü, uçurumların dibindeki yalnızlığımızı bir türlü göremedik. Bu yüzden egolarımızı kuşandık; ikiyüzlülüğümüzü, sahtekârlığımızı; karşımıza çıkanı devirdik, hesap sorduk; bir gün olsun hesap vermek istemedik. Ya gözümüze görünmeyenler? Üstüne bastıklarımız, ezip geçtiklerimiz, kuruttuklarımız, acımasızca savurduklarımız, öldürdüklerimiz; içinde insan olmanın, varoluşun acısını en derinden hissedenler; yani o kırılgan ruhlar...
İnsan bencilliğinin altın çağını yaşadığı günümüzde kırılgan ruhlara ne oluyor peki?

Yaralı bir kurt gibi...
Sabun olmuyorlar belki, evet; ama her seferinde biraz daha başlangıçtan uzağa savruldukları kesin. Günümüzde bu kırılgan ruhlar daha da derinden kabuğuna çekilmekte, kendilerine gönüllü bir sürgün hayatını reva görmekte, böylesine itiş kakış bir dünyada var olmaktansa, kendi pimini çekmeyi hayal eder hale gelmişlerdir.
Kaybeden olmak, 90'lı yılların bu moral çöküş döneminin yarattığı sosyal bir durum. Ya da kayıp olmak. Sesini kaybetmek. Yaralı bir kurt gibi, cangılın ortasında çığlık çığlığa uluyarak sesini duyurmaya çalışırken, ormanda hayvanlar cümbüşte...
Sanat, hayatın ve insanın bir aynasıysa eğer, bütün büyük kayıpların, altüst oluşların, yıkımların, savruluşların ya da başlangıçların olduğu gibi, bu dönemin de edebiyat, kültür-sanatta yankısını bulmaması beklenemezdi. Nitekim 90'lı yıllara geldiğimizde, oluşmaya başlayan kaybeden dili, 'Kaybedenler Kulübü'nün etrafında başlayan hareket, edebiyata da damgasını vurmakta gecikmedi. Bu akımdaki öncülüğüyle Hikmet Temel Akarsu, 90'lı yılların edebiyatını derinden etkilemiş önemli bir yazardır. Küreselleşen yenidünya düzeninin getirdiği yeniliklerin, gitgide daha çok yalnızlaşan bireyin ruhunda yarattığı travmaları, kırılmaları ve çöküntüyü işlediği eserleriyle belleklerde silinmez izler bıraktı. Rock'n Roman adını verdiği yeni bir türde yazdığı 'İstanbul Dörtlüsü' adlı roman serisiyle marjinal gençlik çevrelerinde sarsıntılar yarattı. Yeni düşünsel açılımlar ın kapılarını araladı. Sadece romanlarıyla değil, hiciv, öykü, deneme, makale, senaryo ve oyunlarıyla da Türk edebiyatında ayrıksı bir duruşun temsilcisi oldu.
Sanatçılar dünyanın dertlerinden uzak kalamazlar. Belki birçoğu
bunun farkındadır ya da değildir, ama onları asıl yaratıcı kılan da her şeyi kendilerine mesele edinmeleridir herhalde. Hatta acı çeken toplumla birlikte acı çekmeleri de buna dahildir.
Sanatçının dünyanın dertlerinden uzak kalamayacağının günümüz örneklerinden biri olan Hikmet Temel Akarsu, 'edebiyat sosyetesi'nin çorak kültürel ikliminin ortalığı kasıp kavurduğu bir dönemde, bir çığlık gibi düşen yeni kitabı Dekadans Geceleri'yle yeniden gündemde. Neredeyse bütün erdemlerin kapılarını bir daha aralıyor, kuşkulu bakışların tedirginliği
altında insanlığını sorguluyor, yaldızlarla süslü hayatların balonlarını patlatıyor Akarsu yeni kitabında.
Rock'n Roman serisinden sonra Telos Yayıncılık'tan yayımlanan ve fantastik edebiyata yeni bir yaklaşım getiren 'Ölümsüz Antikite' roman serisi ise yazarın çok yönlü yazın serüveninin bir parçası. Antik Yunan mitolojisinin en çok ilgi çeken karakterlerinden yola çıkarak, bu karakterleri günümüz dünyasına uyarlayan yazar, eserlerinde insanoğlunun değişmez doğasına işaret etti sürekli; yani bencilliğine... Mükemmel kurgusuyla, günümüzün modern yaşamına dahil ettiği Antik Yunan karakterlerinin, hırs ve şiddet konusunda günümüz modern insanından hiç de farklı olmadığını ya da günümüzde yaşasalar olamayacağını gördük hep birlikte bu roman serisinde.

Düşlerin hüzünlü dökümü
Bir süredir edebiyat eseri yayımlamayan ve en son Babalar ve Kızları isimli kitabıyla öyküye meyil veren romancı Akarsu'nun, yeni eseri de bir öyk

 
  Bugün 2 ziyaretçi (2 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol